Posts Tagged With: selefilik

Allahu Teâla diğer cisimler gibi olmayan bir cisimdir?

Bu konuda da verilecek en güzel cevaplardan bir tanesi de Şii asıllı olan El-Cevalikî’nin iddialarına karşı verilen cevaplardır. İmam Kurtubî (rahimehullah) Nur Suresi 35. Ayet-i kerimesinin tefsirinde şöyle buyuruyor:

“Medih etme babından Allah u Teâlâ’nın nuru vardır denilebilir. Çünkü Allah u Teâlâ bütün eşyaları yarattı ve onları aydınık veren de O’dur. Nur O’nunla başladı ve O’ndan sudur etti. Zalimlerin dediği gibi Allah u Teâlâ idrak ettiğimiz nurlardan değildir. Bunlardan yücedir (munezzehtir). Muhakkak ki Hişam el-Cevalikî ve mücessimlerden bir taife şöyle dedi: O; nurdur diğer nurlara benzemez, cisimdir diğer cisimlere benzemez. Bu tür sözlerin hepsi, yerinde yani ilmî kelamda beyan edildiği üzere hem aklen hem de naklen Allah u Teâlâ hakkında muhaldır (imkansızdır).”

İmam ı Kurtubî (rahimehullah) beyanatına devam eder ve bu sözleri söylemekle kendi kendilerine mutenakız (çelişkili) olduklarını da açıklar.
“Sonra onların sözleri birbiriyle çelişkilidir. Onlar, cisim ve nurdur dediklerinde cisim ve nurun hakikati ile hükmettiler. Nurlar gibi değil ve cisimler gibi değil derken de ispatladıklarını nefyettiler. Bu sözlerin tahkiki kelam ilminde daha geniş açıklanmıştır. Onları bu denli sapkınlıklara sürükleyen nasların zahirlerine göre gitmeleridir.”

Mucessimlerin ortak özelliği
1. Mücessimlere göre, Allah u Teâlâ’nın bir hacmi vardır. Onlara göre, Allah u Teâlâ’nın bir uzunluğu, derinliği ve yüksekliği vardır. Bu yaptığımız tarif aslında cismin tarifidir. Bütün mücessimler Allah u Teâlâ’ya cisim ismini kullanırlar.
2. Mücessimlere göre, Allah u Teâlâ beş duyu organlarla hissedilebilir. Aynı şekilde Allah u Teâlâ’ya dokunulabilir (bir yere değebilir). Çünkü, onlara göre haşa Allah bir cisimdir ve O’nun hissettiği gibi mahluk olan cisimler de O’nu hissedebilir.
3. Mücessimlere göre Allah u Teâlâ, Arş ile temas halindedir yani Arş’a değiyor. Bu düşünce belli bir mücessim taifeye aittir. Bu görüş ibn teymiyye tarafından bizzat öngörülmüştür. Fakat bazı mücessim gruplara göre ise haşa Allah u Teâlâ, Arş’ın üstündedir ama Arş’a temas edip değmiyor.

Bu konuda İbn Teymiyye de var diyebileceğimiz her şey ya cisimdir ya da sıfattır der. Allah u Teâlâ da vardır ve İbn Teymiyye bu sözünü umumi bir şekilde söyler. Yani Allah u Teâlâ hakkında da hiçbir tenzihe girmeden dile getirir. Allah u Teâlaâ’nın sıfat olmadığını kabul etmeyen hiçbir akıl sahibi yoktur. Netice olarak, ibn teymiyye’ye göre Allah u Teâlâ haşa cisimdir. Bu konudaki sözü şöyledir:
“Hiçbir varlık yoktur ki illa ya cisimdir ya da sıfattır.” (Beyanu Telbis-il Cehmiyye 1/9)
Bu sözü de İmam ı Ahmed’e isnad ediyor!
İbn Teymiyye’nin Yanında Varlığın Hakikati Nedir?
Varlıktan kastımız kadim ve ya hadis olan varlıktır. Biz kesin olarak biliyoruz ki var olan ve 5 duyu organımızla hissettiğimiz bütün varlıklar cisimdir. Peki, cisim olmayan bir varlığı düşünebilir miyiz? Cisim olmayan bir varlık var mıdır?

İbn Teymiyye, bu sözü ile hem Halik hem de mahluku umumen varlık olarak kastediyor. Sonra bu genelleyerek kullandığı ibaresinin manasını geniş bir şekilde kendisi açıklamıştır.
Şöyle açıklıyor:
“Bilindiği üzere Allah’ın cisim olmadığı, fıtratın bedaheten (yani düşünmeden) ve ya fıtrattan gelen herhangi yakın bir ön bilgi ile ve ya da fıtratta açık olan mukaddimelerle anlaşılabilecek bir şey değildir. Bilakis, Allah’ın cisim olmadığını bildiren mukaddimeler çok derin ve kapalıdır. Allah’ın cisim olmadığını bildiren mukaddimeler beyyin (açık) olan mukaddimeler değildir ve akıl sahiplerinin hepsi tarafından da ittifaken kabul görmemiştir. (Yani bazıları bu mukaddimeleri yetersiz görüp Allah’ın cisim olmadığını kabul etmeyebilir). Her akıl sahibi taife; hasımlarının, Allah’ın cisim olmadığına dair getirdikleri mukaddimeleri, düşünüldüğü zaman daruri bir şekilde fasid olduğunu beyan ediyorlar ve taklid etmeyi de terkediyorlar. 
Bununla beraber kelam ehlinden birçok taife bütün bunları kötüler ve derler ki: Muhakkak ki kati deliller bu görüşün zıttını söylüyor. Kendi başına kaim olan bir varlık ancak ve ancak CİSİMDİR. Cisim olmayan bir varlık da kesinlikle YOKTUR. Bilinen odur ki bu görüşün doğru olması akla ve fıtrata birinci görüşten daha yakındır.” İbn Teymiyye’nin sözü bitti.
(Beyanu Telbis-il Cehmiyye/2.cild/93-94.sayfa)

Dikkat!
İlk başta beyan edeceğimiz konu İbn Teymiyye her sözünde kelam ehlini zem ederken ve onlara çirkin vasıflar isnad ederken burada onlardan gelen sözü direk kabul eder. Aslında felsefecilerin sözüdür ve bunu kelam ehline nisbet eder.
Bundan sonra da sözün tahliline gelelim:
Netice olarak burada iki görüşü bir araya getirip kıyaslıyor ve kendisi de 2. görüşü tercih ediyor:
1. Görüş: Allah azze ve celle cisim değildir diyenlerin görüşü.
2. Görüş: Allah’ın cisim olması, olmazsa olmazdır (yani vacibtir) diyenlerin görüşü. Çünkü, bu görüşün sahibi olduğunu iddia ettiği bazı kelam ehline göre, her var olan illa ki cisim olmak zorundadır. Cisim olmayan da kesinlikle var değildir (yoktur). Allah da vardır, var olmanın en büyük delili yaptığı fiiliyatlarıdır. O zaman Allah da onlara göre haşa cisimdir.
Sizin de gördüğünüz gibi İbn Teymiyye ikinci görüşü destekliyor ve o görüşün akıl ve fıtrata daha yakın olduğunu söylüyor.

Bununla da kalmayıp bu desteklediği manayı tekid etmek için de şunları söylüyor:
Bu söz, Nefiy (yani Allah u Teâlâ’yı cisim olarak kabul etmeyen) ve İspat (Allah u Teâlâ’yı cisim olarak kabul eden) ehlinden olan akıl sahiplerinin üzerinde ittifak ettiği sözdür. Vehm ve hayalin mevcut olan bir varlığı tasavvur etmesinin ancak ve ancak o varlığın bir mekânda olmasına bağlamışlardır. Vehm ve hayaller hiçbir varlığı tasavvur edemez ancak o varlık bir mutehayyiz (mekân edinen) ve ya mutehayyize kaim olmalıdır. Mutehayyiz cisimdir, kaimun bil mutehayyiz ise sıfattır. ((Yani var olan her şey ya cisimdir ya da sıfattır))
Müsbite (cisimdir diyenler) dedi ki: Bu (cisim olduğu), aklî ve şerî delillerle de bilinen bir hakikattir. Bilakis, darureten bilinir. (yani düşünmeden de bilinebilecek kadar basit bir mevzudur.)
Nefiy ehli (cisim değildir diyenler) dedi ki: Az biraz ince düşünüldüğünde bu kaidenin batıl olduğu anlaşılır.
Her iki grubun da ittifak ettiği konu vehm ve hayal musbitenin sözünü kabul eder ((yani tasavvur edeceği şey ya mutehayyizdir ya da kaimun bil mutehayyizdir)). Senin söylediğin gibi onlar, Allah’ı parça ve bölümlerden oluşmuş olarak inanıyorlar ve sen onlara mücessim diyorsun. (bu sözü de Allah u Teâlâ’yı cisim olarak kabul etmeyen İmam ı Razi’ye karşı hitapla söyler)”

Bu ibareler İbn Teymiyye’den apaçık iddialardır ki, İbn Teymiyye mutlak olarak hiçbir şey var olmaz ancak varsa o zaman cisimdir demektedir. Bununla da kalmayıp açık açık ALLAH U TEÂLÂ’DAN bahsediyor ve diyor ki: akıl, şeriat ve darurat Allah’ın cisim olmasının vacip olduğunu apaçık ortaya koyuyor.

Hakikaten İbn Teymiyye Allah u Teâlâ’ya cesimun mucessem olarak inanıyor. Yani ona göre Allah u Teâlâ 3 boyutlu olan; uzunluk, genişlik ve derinliği olan bir cisimdir. (TUL, UMK, ARD)
Ona göre “La yucedu mevcudun illa en yekune cismen”. Var olan her şey ancak ve ancak CİSİMDİR. Allah u Teâlâ da vardır ve varlıklardandır!!!

Apaçık bir şekilde luzuma dayanarak cismin gereklerinden, olmazsa olmazlarından olan mekân edinmek vasfını da ispatlamış olur. Cisim olduğu ispatlanan her şeyde makân edinmek vardır diyor. Allah u Teâlâ da ona göre bu cisimler arasındadır ve nihayetinde ona göre haşa Allah u Teâlâ bir mekândadır.

İşte, İbn Teymiyye birçok kitabında ısrarla hiçbir varlık yoktur ki illa ya cisimdir ya da cisimlerle kaimdir (yani sıfattır). Bu sözü umumi bir şekilde hem Halik hem de mahluka itlak etmektedir.

Categories: Ibn Teymiyye, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Kerrâmîyye

Başları olan Ebu Abdullah şöyle demiştir: Mabud, Arşın üzerinde karar kılmıştır. Zat olarak üst cihettedir. O’na cevher adını vermiş ve Azâbu’l-kabr adlı kitabında Allah Teâlâ’ın Zât olarak da, cevher olarak da bir olduğunu dile getirmiştir. O, Arş’a temas etmektedir. Hareket etmesi, dönüşmesi ve Arşından inmesi caizdir. Bazılarına göre O, Arş’ın bir kısmı üzerindedir. Bazılarına göre Arş, O’nunla dolmuştur. Bu fırkanın geç dönemdeki men­suplarına göre Allah Teâlâ cihet bakımından üstte, Arş hizâsındadır.

Bilâhare aralarında ihtilafa düşmüşler ve Abidiyye şu görüşü savunmuş­tur: O’nunla Arş arasındaki uzaklık ve mesafe vardır; öyle ki arasının cevher­lerle dolu olduğu takdir edilse ona bitişecektir. Muhammed b. el-Heysam ise şöyle demiştir: O’nunla Arş arasında sonsuz bir mesafe vardır. O, âlem­den ezelî bir farklılıkla ayrılır. Ona göre belli bir mekâna yerleşmesi ve aynı hizada olması söz konusu değildir. Üstte bulunuş ve ayrılık ise mevcuttur.

Kerrâmiye mensuplarının çoğunluğu Allah Teâlâ hakkında cisim kav­ramını kullanmıştır. Ehl-i Sünneti’e yakın olan kesimleri ise şöyle demişler­dir: Bizim cisim ile kasdettiğimiz, Zâtı ile kâim olmasıdır. Cismin onlara göre tanımı budur. Bu esas üzerine, kendi zâtları ile kâim olan iki varlığın birbirleriyle yahut da ayrı olması gerektiği hükümünü dayandırmışlardır. Bazılarına göre O, Arş’a bitişiktir, bazılarına göre ise ondan ayrıdır. Kimi zaman şunu da söylemişlerdir ki, her iki mevcûddan birinin diğeriyle olan ilişkisinin, ya arazın cevher karşısındaki durumu gibi olması gere­kir; yahut da ötekine göre bir cihette yer alması gerekir. Allah Teâlâ araz olamaz, çünkü Zâtı İle kâimdir. Şu halde âlemin bir cihetinde bulunması gerekir ki en yüce ve değerli olan yön üsttür. Buna göre O, Zâtı ile üstte­dir. Görüldüğü zaman da en üstte görülür.

Ardından O’nun varlığının sınırı üzerinde fikir ayrılığına düşmüşler­dir. Mücessime arasında Allah Teâlâ için altı yönden sınırın varlığını iddia edenler olmuştur. Kimileri ise sadece bir yönden, yani alttan nihayeti sınırın varlığını etmiştir. O’nun için sınırı inkâr edenler de olmuş ve O’nun Azîm olarak sonsuz olduğunu söylemişlerdir.

Azametin anlamı üzerinde de ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimilerine göre azameti, Arş’ın bütün kısımlarını tek başına kaplamasıdır. Arş, O’nun altındadır. O, cihet bakımından herşeyin üstündedir. Bazılarına göre ise azametinin anlamı, kendisi bir olmakla beraber birçok yönden Arş’a mülâki olmasıdır. O, Arş’ın her tarafına mülâkidir. Çünkü O, Ulu ve Azîm’dir.

[Imam eş-Şehristani, el-Mihel ve’n-Nihal]

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Vehhabiliğin tarifi!!( Yusuf Nebhani )

ibni Teymiyye ile onun sakat görüşlerine uyan ve davranışları cihanda kötü bir mesel haline gelenlerin peşine takılmayasın. ibni Teymiyye, bid’atlara bulanmış talebelerin, müslümanların mezheplerine istiğaseyi; Peygamber Efendimiz (S.A.V.) diğer peygamberler ve salihleri ziyaret için sefer yapmayı men edip, muhalefette önderi olmuştur.
Aldatılmış ve başı boş bırakılmış bu kimselerin adeti, yaldızlı laflar etmektir. Maksatlarının dine yardım, ümmetin hidayetine çalışmak, islama ve müslümanlara hizmet etmek olduğunu söylüyorlar. Bu davranışları, kandırılmış bazı ilim talebesinin hoşuna gitmiş ve uzun bir zaman geçmeden onların, dışı yaldızlı laflarını duymuş ve yazılarını mütalea etmiş, neticede onlardan biri olup çıkmışlardır. Bu fitnecilerin adeti, kandırdıkları kimseleri, bazı alimierin eserlerindeki kalem sürçmelerini araştırıp bulmaya çalışmak, sonra da ortaya çıkarıp halka hitaben “Bakın, falan fıkıh alimi kitabında şöyle söylüyor” diyerek ona itirazda bulunmaktır.
Bunu yaparken, sadece o alime değil, onun şahsında fıkıh alimlerinin tamamına ve hatta mezhep büyüklerine itirazlarda bulunmaktır.
Mesela, bir mu haddisin müstehcen ibaresini görseler, onu nakl edip, hem ona hem de diğer muhaddislere itirazlar yağdırırlar. Bir sofınin vuzüha ermemiş bir sözünü görürler, ona ve diğer sefilere ağıza alınmayacak laflarla saldırırlar. Tefsirlerin birinde mevzü bir hadis veya israiliyyata dair bir kıssa görüverseler, o müfessir ile birlikte diğer tefsir alimlerine çirkin sözlerle hakaret ederler.
işte, alimiere karşı onların davranışı! Hayret edilecek şeydir ki, bir çok islam şehirlerinde onlardan bazı kimseler vardır. Sanki şeytan, onların kalbierine bu sapıklıkları, bir anda üfleyivermekte ve bazı haberleri birbirine ulaştırıp yetiştirme hususunda bir kısmı diğerine yardımcı olmakta; tek mezhebin adamlarıymış gibi davranmaktadırlar. Hakıkatte onların mezhebieri yoktur…….

Dinleri, laf ebeliği; maharetleri, tereddüt ve evham peşine takılmaktan ibarettir. Bunlardan her birine hakim olan kanaat, kendisinin bizzat imam olduğu ve müslümanların mezheb imamlarını taklit etmeye muhtaç olmadıkları fikridir.

istedikleri sapıklık ve arzuladıkları yegane şey, bir mes’ele bulup çıkarmak, onunla avam tabakasını tereddüt içine düşürüp şaşırtmak ve din imamlarına itirazlarda bulunmaktır. Geçmiş asırdaki bir alime ait kalem sürçmesine tesadüf etseler, hemen bu asrın ilim adamlarını uyarmaya kalkarlar. Bakarsın ki onu herkese yaymaya çalışırlar. islam alimleri -bilfarz- o şahsı zemmetmeye kalksalar, bu defa o şahsı medh etmeye koyulurlar.

ibni Teymiyye, bu hareketleri sebebiyle, doğrudan ayrıldı ve her yönden ayıplan ma sahasına girmiş oldu. Sen; hak􀼕rete uğramış bu kimseleri, ibni Teymiyye’nin fikirlerini yaymaya son derece düşkün olarak göreceksin. içinde onun fikirleri bulunan kitapları en uzak şehirlere varasıya kadar ulaştırmaya çalışırlar. Maksatları, doğru yoldaki kulları saptırmaktır. Onlar, iyi bir iş yaptıklarını sanmaktadırlar.

[ Yusuf Nebhani, Şevahidü ‘l-Hakk, sayfa 36-37 ]

Categories: Ibn Teymiyye, Vehhabilik(tarih-hadis-alimler) | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

ÎBN ŞÂKİR’İN «TARİH»İNİN YİRMİNCİ CÜZÜNDE İBN TEYMİYYE HAKKINDA ZİKRETTİĞİ ŞEYLER

Şimdi İbn Şâkir’in «Tarih»inin yirminci cüzünde dediği sözlere gelelim. Diyor ki: 705 yılının Receb ayının sekizinde, Beyaz Köşk’te Sultan Yardımcısı’nm huzurunda, kadılar ile fâkihlerden müteşekkil bir heyet kuruldu. Akidesi hususunda İbn Teymiyye sorguya çekildi. Akidesinden olan bazı hususları beyan etti. Sonra Vasıtiye adlı akide eseri mecliste okundu. Hakkında birçok mubahase vâki oldu.

Kitabın birçok bahisleri okunmak üzere ikinci bir toplantıya ertelendi. Daha sonra Receb aynım onikinci Cuma günü tekrar toplandılar. O mecliste Safiyüddin de hazır bulunuyordu. İbn Teymiyye ile kitabı hakkında müzakere ettikten sonra Kemâlüddin el-Zemlikânî’nin İbn Teymiyye ile münazara etmesine ittifak ederek hepsi de buna razı oldu.

MÜNAZARADA KEMALÜDDÎN’İN İBN TEYMİYYE’Yİ SUSTURMASI

Şüphesiz o mecliste Kemalüddin münazarada İbn Teymiyye’yi mağlûp etti ve öldürülmekten korktuğu için, kendisinin Şafii mezhebinden olduğuna ve İmam Şafiî’nin itikad ettiği şeyi itikad ettiğine dair hazır bulunanları tanık olarak gösterdi. Böylece kendisinden razı olup toplantıdakiler dağıldı. Fakat îbn Teymiyye’nin arkadaşları, o mecliste hocalarının haklı olduğunu ve hakkın kendisinde olduğunu halka açıkladılar. Dolayısıyle Kadı Celâlüddin el-Kazvinî’nin huzuruna onları ve şeyhleri olan îbn Teymiyye’yi çıkardılar.

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, s.397-398]

Categories: Ibn Teymiyye | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

SULTAN İBN KALAVUN’UN İBN TEYMIYYE HAKKINDAKİ EMİRNAMESİNİN SÛRETİ

«Rahman ve rahim olan Allah’ın’ adıyla… Bütün hamdler, her­hangi bir şeye benzemekten münezzeh ve herhangi bir şey kendi­sine eş olmaktan uzak olan Allah’a olsun. Nitekim Allahü Teâlâ, «Hiç bir nesne kendisine benzemez, gerçekten işitici, görücü ancak O’dur.» (Şûra, 11) diye buyurmuştur. Kitap ve Sünnetle amel etme­mizi emr ve ilham eylediği ve zamanımızda dinde şek ve şüpheyi or­tadan kaldırdığı için O’na hamdederim. İhlâsı nedeniyle (Kıyamet Günü) akıbetinin ve dönüş yerinin güzelliğini umut eden ve Allah’­ın «Nerede olsanız O sizinledir ve Allah ne yaptığınızı bilir.» (Hadîd, s.) -meâlen- buyurduğu âyet-i celileye dayanarak Yaradanı cihetten tenzih ederek, «Lâ ilahe illallah» (ondan başka hak bir ilâh bulun­madığına), O tektir, ortağı yoktur, diye şehadet ederim. Ve yine şe- hâdet ederiz ki, Efendimiz Muhammed’ O’nun kulu ve elçisidir. O Resulü ki, Allah’ın razı olduğu yola sülük edene kurtuluş yönünü göstermiş ve Allah’ın eserlerinde tefekkür etmeyi emr ile Zatın­da edilmesini yasaklamıştır. Allah, onun, âl ve ashabının üzerine salat ü selâm eylesin: O âl ve ashab ki, imanın alâmetleri onların himmetiyle yükseldi, bu dinin esaslarım onlarla, güçlendirdi ve on­ların vasıtasıyle haktan ayrılıp bid’atlara yönelen kimsenin çıkarttı­ğı yangını söndürdü.

Bundan sonra derim ki: Şer’î kaideler, yürürlükteki İslâmi ku­rallar, imanın ilmî rükünleri ve kabul edilen din mezhebleri bu di­nin esaslarıdırlar. Bunlar, dinde herkesin müracaat kaynaklandır. O yollara sülük eden kimse, büyük zafere ulaşır, onları terkeden kimse, şüphesiz elem verici bir azaba müstahak olacaktır.

İşte bu nedenle, bu esasların hükümlerinin muhafaza edilmesini ve devamını tekid etmek, bu ümmetin inancını ihtilâftan korumak, ittifak, şefkat ve rahmet terazisini doğru tutmak, bid’atten mütevellit fitneyi söndürmek, din ahkâmını parçalayan kimselerin top­lantılarını dağıtmak vâciptir.

Çağımızda İbn Teymiyye adlı kişi sözünü genişletip, cehâletiyle kelâmının yularını uzatmış, Allah’ın zat ve sıfat meselelerinden uygunsuz bir şekilde bahsetmiştir. Bâtıl kelâmında birçok münker şeyleri açıkça belirtmiştir. Sahabe ile tabiînin bahsetmeyip sükût ettikleri şeylere değinmiş, sâlihlerin ve bu ümmetin sembolü olan imamların bahsetmekten korundukları şeylerden bahsetmiş ve İs­lâm imamlarının inkâr ettikleri, âlim ve hâkimlerin hilâfına ittifak ettikleri meseleleri meydana çıkarmıştır.

Avam tabakasını aldattı ve çağındaki fâkihlere, Şam ve Mı­sır’daki büyük âlimlere muhalefet ettiği fetvalar çıkardı. Bunları, risâlelerine yazıp her yere gönderdi. O fetvaları, Allah’ın nâzil ey­lediği isimlerle adlandırdı. İşte, onun bu fetvâ ve risâleleri elimize geçip, kendisi ile müridlerinin sülük ettikleri ve açıkladıkları şeyle­rin beyanı bize ulaşınca, Allah kelâmının harf ve savt (ses) olduğu­nu, teşbih ve tecsim akidesini açıkça söylediği anlaşılmış oldu. Dolayısiyle bu büyük fitneden korkarak Allah’ın dinine yardım et­mek üzere ayaklandık ve bu bid’atı inkâr ettik. Onun memleketin­de bunların yayılması bize ağır geldi ve bâtıla inananların dedikle­rinden iğrendik. Allahü Teâlâ’nm buyurduğu, «İzzet sahibi olan Rabbini takdis et, onların vasıflarından…» (Saffat, 180) âyet-i celilesini okuduk. Zira Allah sübhanehu ve teâlâ Zatında, sıfâtında Ona denk ve benzer olacak her şeyden münezzehtir. «O’nu (Rabbi- nizi) gözler idrak edemez, O, gözleri idrak eder, O lütûf sahibidir, her şeyden haberi vardır:» (En’âm, 103) diye (meâlen) buyurmuş­tur. İbn Teymiyye’nin açıkça konuştuğu ve onun lâfızlarını işiten akıllı kimsenin, onun hakkında Allahü Teâlâ’ın «Umulmadık bir ­iş yaptın!» (El-Kehf, 73) diye (meâlen) buyurduğu âyeti okuduğu, bâtıl fetvâları Şam ve Mısır ülkelerimizde yayıldığı zaman, kendi­sini huzura dâvet etmek için emirnâmelerimizi gönderdik.

Akid ve hali ehli (imamet ve devlet işlerinde görevli) olan, tah­kik ve nakil sahipleri âlimlerden bir cemaat bize gelince, İslâm ka­dıları ve hâkimler, Müslümanların âlimleri ve din ile dünya âlim­leri hazır bulundular. Durumu müzakere etmek üzere, imamlar ile halktan, münazara ve itirazlar hususunda dirâyetli olanlardan mü­teşekkil bir cemaat huzurunda şer’i bir toplantı yapıldı. Kavillerine itimat edilenlerin dediklerine ve münker akidesine delâlet eden yazılarına göre, o meclisteki ulema ve halk nezdinde kendisine, isnat edilen tüm şeyler sâbit oldu. Meclis, onun kötü akidesini, inkârcı olarak kaleminden çıkan şeylerin şehâdetiyle hakkında Allahü Te­âlâ’ım buyurduğu, «Şahitliklerini yazacağız ve sorumlu olacaklar.» (Zuhruf, 19) âyetini okuyarak onu suçlayıp dağılmıştır. İşittiğimize göre, bu fetvaları için birçok defa yetkililerce kendisine tevbe etti­rilmiş ve dolayısıyla Şer’-i şerif cezasını te’hir etmiş, bu işten men edildikten sonra tekrar eski durumuna dönüp söz dinlememiştir.

İbn Teymiyye’nin bu suçu, Maliki mezhebinin hâkimi (kadısı) huzurunda sâbit olunca Şer’-i şerif onun fetvâ vermekten men edil­mesine hükmetti. İbn Teymiyye’nin, gittiği, bu bid’at yollara her hangi bir kimseyi sürüklemekten, onun itikadına tâbi olup, onun bu kavlini söylemekten, bu kelimelerine kulak vermekten, teşbih (Allah’ı başkasına benzetmekten) yolunda gitmekten, Allah için yu­karı ciheti olduğu hakkındaki konuşmasından, Allah’ın kelâmının harf ve savttan ibaret olduğunu söylemekten, tecsim (Allah’ın cisim olduğu) hakkinda konuşmaktan, akaidde doğru yoldan sapmaktan veya din imamlarının görüşünden çıkmaktan veya bu ümmetin âlimlerinin görüşünden ayrılmaktan veya Allah sübhanehu ve teâlâ’ın bir cihette olduğuna itikat etmekten nehiy eden ve bunu itikad eden kimsenin cezasının kılıçtan başka bir şey olmadığına da­ir emirnâmemizin yazılmasına da hükmettik.

Öyle ise, herkes bu sınırda durup haddi aşmasın! «Önce ve son­radaki iş, Allah’ındır.» (Rûm, 4). Hanbelîlerden herkes, din imam­larının inkâr ettikleri bu akideden (İbn Teymiyye’nin akidesinden), doğru yoldan saptıran şüphelerden dönmelidirler.  Allahü Teâlâ’nın emrettiği şeylerden, övülen iman ehlinin yollarına temessükden ayrılmamalıdırlar. Çünkü Allah’ın emrinden dışarı çıkanlar, şüphe­siz doğru yolu, kaybetmişlerdir. Bu gibi insanlara ceza olarak ezi­yetten başka bir şey olmayıp uzun zaman hapis edileceklerdir. Ha­pis ise, kötü bir yerdir.

Şüphesiz bizler, Dimaşk ve Şam diyarına ve bu yerlere yakın ve uzak yerlere şöyle bir resmî emir çıkardık: İbn Teymiyye’ye be­yan ettiğimiz hususlarda tâbi olanları şiddetle nehiy eder, onları kor­kutarak tehdit ederiz. Onu koyduğumuz yere (hapse) göndereceğiz. Onu ümmetin gözünden düşürdüğümüz gibi taraftarını da düşürü­rüz. Israr edip de onu müdafaa edenin, medreselerinden ve görev­lerinden azledilmelerini emrederiz. Onları rütbelerinden düşürece­ğiz. Onlar için ülkemizde hiçbir hüküm ve velâyet ve şâhidlik, ima­met, hattâ hiçbir mertebe ve ikame hakkı olmayacaktır. Zira biz bu bid’atçınm (İbn Teymiyye’nin) iddiasını ortadan kaldırdık ve Al­lah’ın birçok kullarını sapıttığı veya sapıtmaya yaklaştırdığı kötü akidesini iptal ettik. Hattâ o kötü akidesi yüzünden halkın çoğu doğ­ru yoldan saptılar ve yeryüzünde fesat çıkardılar. Hanbelîler de bu kötü fikirden dolayı şer’î sicil defterlerinde tesbit edilsin, tesbitten sonra bu resmî kayıtlar Malikî kadılara gönderilsin. Bu husustaki korkutmamızda haklı olarak insafa dayandık. Bu şerefli emir yazımız, ovada, şehirde ikâmet eden herkese de belâğatli ve kötü inanç­tan men edici olmak üzere câmi minberlerinde okunsun. Bu emir­namemiz, 705 H. Ramazân ayında yazılmıştır.»

İbn Teymiyye hakkındaki bu emirname hakkında, tâbilerinden «Uyûnü’t-Tevarih» adlı kitabın yazarı İbn Şakir’in dediklerini zik­rediyorum ki, kendisi İbn Teymiyye’nin tâbilerinden olduğu halde der ki: İbn Teymiyye, şafak vakti bir müezzin Mezenet El-Arus’ta, «Ey Allah’ın Resûlü! Sen benim vesilemsin», diye günahı ve düşkün­lüğü için Allah’a yalvararak bu şiiri okuduğunda, ona sen, Allah’a şerik koştun, demesi üzerine iyice dövüldü, öldürmeğe teşebbüs etti­ler. Sonradan tevbe ettirip, İslâmiyetini tecdit ettirip, öldürmekten vazgeçtiler.

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, s. 391-395]

 

 

Categories: Ibn Teymiyye | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Tevessül- Imam Şevkani

Selefilerin imamı, büyük muhaddis Şeyh Muhammed bin Ali eş-Şevkani “ed-Dürrü’n Nazıd fi İhlâsı Kelimeti’t-Tevhid” adlı risalesinde şu açıklamaları yapmaktadır:

İlim ve fazilet erbabı ile Allah’a yapılan tevessül, gerçekte onların salih amelleri ve Allah katındaki faziletleri ile yapılan bir tevessüldür. Zira faziletli bir insan bu fazileti ancak amelleriyle kazanabilir. Dolayısıyla, birisi “Allah’ım ben sana falan âlim kulunla tevessül ediyorum” dediği zaman o kişideki ilimsebebi ile böyle demiş olmaktadır!

Buhâri, Müslim ve diğerlerinde nakledildiğine göre Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve selem- mağarada kayanın önlerini tıkadığı üç kişinin durumundan bahsetmektedir. Onlardan her biri, işlediği en güzel ameliyle Allaha tevessül ettikleri için kaya mağaranın ağzından kaldırılmıştır. Eğer üstün amellerle Allaha tevessül etmek, İbni Abdüsselam ve onun takipçilerinin zannettiği gibi caiz olmasa, ya da bazı uç noktadakilerin zannettikleri gibi şirk olsa idi, Allah -celle celâluhu- onların bu dualarına icabet etmez, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve selem- de bu kıssayı aktardıktan sonra muhakkak müdahele ederdi. Bununla anlaşılmaktadır ki,

مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى
“Biz o putlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer 3)

فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَداً
“Allah ile beraber hiç kimseye dua etmeyin” (Cin 18)

لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ لاَ يَسْتَجِيبُونَ لَهُم بِشَيْءٍ
“Allahtan başkasına dua edenlere hiçbir şekilde icabet olunmayacaktır” (Ra’d 14)
ayeti kerimelerini zikrederek, peygamberlerle ve salih kullarla tevessülün caiz olmadığını iddia edenlerin sözleri doğru değildir.

Bilakis bu ayetler, meseleyle alakalı değildir. Zira müşrikler “biz o putlara ancak bizi Allaha yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” sözleriyle açıkça putlara ibadet ettiklerini ifade etmektedirler. Ama mesela âlim bir kulla tevessül eden kişi asla ona ibadet etmemektedir. Tevessül eden kişi, o âlim zatın ilmi sebebiyle Allah katında bir değeri olduğunu bilir ve o ilim hürmetine Allah’a tevessül eder.

“Allah’la beraber hiç kimseye dua etmeyin” (Cin 18) ayeti kerimesi de aynı şekilde konuyla alakalı bir delil değildir. Zira bu ayeti kerime, Allah’la beraber bir başkasına dua edilmesini yasaklamaktadır. Yani b ayet, bir kimsenin “ey Allah’ım ve ey falan kişi şöyle şöyle yap” diyerek yapacağı duaları kapsamaktadır. Âlim bir kişi ile tevessül eden bir kişi ise sadece Allaha dua etmektedir. O kimseyle yapılan tevessül ise onların yapmış oldukları sâlih ameller sebebiyle olmaktadır. Mağaralarının ağzına kaya düşen üç kişinin sâlih amelleriyle tevessül etmeleri gibi.

“Allahtan başkasına dua edenlere hiçbir şekilde icabet olunmayacaktır” (Ra’d 14) ayeti kerimesi de burada delil olarak kullanılamaz. Ayette, kendilerine icabet edemeyecek şeylere dua eden ama duaya icabet eden rablerine dua etmeyen kimselerden bahsedilmektedir. Bir âlimle tevessül eden kimse ise, ne Allah’tan başka ne de Allah ile beraber hiçbir şeye dua etmiş değildir. Bu izahlardan sonra, tevessülü inkâr edenlerin getirdiği bu ayetlerin bir delil olmadıkları ortaya çıkmaktadır.

وَمَا أَدْرَاكَ مَا يَوْمُ الدِّينِ ثُمَّ مَا أَدْرَاكَ مَا يَوْمُ الدِّينِ يَوْمَ لَا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِّنَفْسٍ شَيْئاً وَالْأَمْرُ يَوْمَئِذٍ لِلَّه
“Sana din gününü ne bildirdi, sonra sana din gününü ne bildirdi. O gün hiçbir kimse bir diğeri için bir şeye malik değildir. Hüküm o gün Allah’ındır” (İnfitar 17–9) ayeti kerimelerini delil olarak kullanma istekleri de isabetli değildir. Çünkü bu ayeti kerime sadece din gününde hükmün yalnız Allah’ın olacağını bildirmektedir. Peygamberlerle ya da bir alimle tevessül eden kişi, tevessül ettiği bu zatların din gününde hüküm sahibi olan Allah’a ortak ve onların da hüküm sahibi olacaklarını asla iddia etmemektedirler. Peygamber olsun ya da olmasın herhangi bir kul hakkında böyle bir şeye inanan kimse apaçık bir sapıklığa düşmüş demektedir.

Tevessülü reddedenlerin,
لَيْسَ لَكَ مِنَ الأَمْرِ شَيْء
“Senin elinde emirden bir şey yok, yahud onlara tevbe ettirsin ve yahud azâb etsin çünkü onlar zalimdirler” (Ali İmran 128)

قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعاً وَلاَ ضَرّاً
“Deki, ben kendim için bir zarar ya da menfaat vermeğe güç yetiremem” (Yunus 49) ayeti kerimeleri ile delil getirme çabaları da batıldır. Zira bu iki ayeti kerime de, Peygamberimizin, Allah’ın hükümlerinden herhangi bir hükme sahip olmadığını, kendisine bir fayda ve zarar vermeye muktedir olamıyacağını ifade etmek için nazil olmuşlardır. Yoksa burada peygamberler, veliler ve âlimlerle tevessül etmenin caiz olmadığını bildiren herhangi bir delil yoktur.
Allah Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve selem-’e makamı mahmud’u ve büyük şefaat makamını vermiş, insanları ondan şefaat istemeye yönlendirmiştir. Peygamberimiz için “iste verilecektir. Şefaat et, şefaatin kabul edilecektir” buyurmuştur.

Rabbimiz yüce kitabında, şefaatin sadece kendi izniyile ve razı olduğu kimseler için bir hak olarak kullanılabileceğini bildirmiştir.
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِين
“Yakın akrabalarını uyar” (Şuara 214) ayeti kerimesi nazil olduğu zaman Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve selem-’in
يا فلان بن فلان لا أملك لك من الله شيئاً يا فلانة بنت فلان لا أملك لك من الله شيئاً
“Ey falan oğlu falan, ben senin için Allah katında hiçbir şeye malik değilim. Ey falan kızı falan, ben senin için Allah katında hiçbir şeye malik değilim” buyurmuş olması da, tevessülün caiz olmadığını gösteren bir delil olmaktan uzaktır.

Zira bu rivayet, Allah’ın zarar dilediği birisine menfaat vermeye, menfaat dilediği birisine de zarar vermeye Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve selem-’in dahi güç yetiremeyeceğini ortaya koymakta; akrabalarından olsa bile hiç kimse için bir şey yapmaya yetkili olmadığını ifade etmektedir. Nerede kaldı ki akrabası olmayanlara fayda versin. Bu hakikat her müslümanın bildiği ve kabul ettiği bir şeydir zaten. Burada da tevessül edilemiyeceğini gösteren herhangi bir şey yoktur.

Tevessül, emretme ve nehyetme yetkisinin sahibi olan Allah’tan bir şey istemek anlamına gelir. İsteyen kişi, duanın icabetine sebep olabilecek bir sebep ortaya koyarak isteyeceğini yine Allah’tan istemektedir. Öyle Allah ki vermeye ya da mahrum etmeye yegâne gücü yeten ve din gününün sahibi olan o dur.”

[Mefahim & Ebû Hamid b. Merzuk, Ehl-i Sünnetin Mudafası, Bedir Yayınevi, s. 599-600]

Categories: Tevessül | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Ölünün kerameti!

İbn Teymiyye: Bazı kimselerin, Peygamber Efendimiz¬ sallallahu aleyhi ve sellem veya ümmetine mensup salih bir şahsiyet aracılığı ile Allah’tan bir şey dilemeleri ve bu dileklerinin Allah tarafından, Peygamberinin veya o kulunun elinden yerine getirilmesidir. Bu da çok görülen bir olaydır.

İbn Teymiyye: böyle bir dileğin yerine gelmesi yanı başında duâ edilen mezarda yatan ölünün kerâmeti olarak sayılabilir. diyor
• İbnTeymiyye, İktizâu’s-Sırâti’l Müstekîm, s: 373-374, Dârul Marife, Beyrut, tsz. Sırat-ı Müstakim İbn Teymiyye Kabir Ziyaretleri Bölümü Tercüme Pınar Yay. s. 494 baskı 2004

Categories: Ölünün tasarrufu, Kabir ve ruh | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

İbnü’l-Cevzî(ra) ve Tevessül!!

İbnü’l-Cevzî (v. 597/1200) bakın neler diyor:(sonuna dikkat)!!

“Mü’minlere Öğüt”[1] isimli eserinde şöyle diyor:

İlk çocukluğumda, devamlı oruç tutup, namaz kılmakla zahitlerin izinde gitmeye özenmiştim. Bana yalnızlık sevdirildi. Gönlüm hoş, ferasetim gâyet keskin, ibadetsiz geçen her saniyeye üzülen, bütün zamanımı ibedetle değerlendirmeye çalışan bir insan oldum.

Bu duruma bir çeşit ünsiyet ve alışkanlık ile münacaat hazzı olmuştu. Beni vaaz etmeye meylettirdi. Tabiatım oraya yönelince, o eski hazzı kaybetmeye başladım, sonra başka bir taraf beni kendine çekmek istedi, henüz o güzel haletimin etki etmesi sayesinde, şüpheli şeylerin korkusundan onlarla haşır neşir olma, onlarla yemekten kendimi koruyordum. Sonra “yorumlama” fikri oluşuverdi.

Mübah şeyleri kaygısızca almaya başladım. Neticede, önceleri bulmuş olduğum nur ve sukuneti kaybettim. Halkın içine karışmak kalbime zulmeti celbetti. O nur büsbütün kayboluncaya dek kaybettiklerime olan hasret ve özlemim, meclisimdeki insanları endişelendirdi.

Onlar tövbe edip ıslah oluyorlar, ben ise kendi başıma, eli boş, iflas etmiş olarak çıkardım meclisten.

Bu hastalığımdan ızdırabım çoğaldı, nefsimi terbiye edemedim. Bazı salih kişilerin kabrine gidip, onları aracı yapıp, düzelmem için duâ ettim ve Mevlânın lutüf ve inâyeti, nefsimin istemesine rağmen, beni halvete cezbetti. Bundan bazen gönlümü geri döndürdü, kapmış olduğum hastalığı bana gösterdi. Gaflet hastalığından uyandım. 

Burada, İbn Cevzî’nin Mü’minlere öğüt eserini türkçeye çeviren şahıs dipnotta:

İbn Cevzî gibi büyük, değerli bir âlimin, nasıl mezarlığa gidip sâlihlerin kabri başında Allah (Celle Celâluhû)’tan duâ istemeyi mübah görebilmiş anlayamıyorum? diyor.

[1] İbnü’l-Cevzî, Saydu’l-Hatır-Müminlere Öğüt, Tevhid yayınları s. 99-100. baskı: 1998

Categories: Tevessül, Tevessül-Teberruk-Istiğase-Himmet | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

Kabirde Kuran okumak!

Sahâbeden Leclâc (Radıyallahu Anh) (120/738) oğluna vasiyette bulunurken şöyle demiştir:
“Oğulcuğum! Ben öldüğüm zaman beni mezara göm. Beni mezarıma koyduğun zaman şöyle söyle: Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillâh. Sonra da üzerime toprak atarak onu düzle. Daha sonra ise başucumda Bakara sûresinin baş tarafını ve son kısmını oku. Zira ben Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) böyle dediğini duydum.”
(Taberânî, c.XIX, s. 220, 221 (h.no.491); İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, c. XXXXX, s. 292 (trc. No. 5848); Beyhakî, c.IV, s. 56.)

Heysemî (v.807/1405) hadisin isnadındaki râvîlerin ta-mamının sikâ olduğuna hükmetmiştir. Hadisin ricâlinden yalnızca Abdurrahman b. Atâ üzerinde tereddüt edilmiş ama İbn Hıbbân bu zâtı Sikat’ına almıştır. Tirmizî’nin de kendisinden hadis aldığı bu râvi hakkında İbn Hacer, makbûl derken İbn Ebî Hatim ve Zehebî gibi âlimler ise tercemesini vermekle yetinmişler, herhangi bir hüküm vermemişlerdir. İsnatta başka da bir illet tespit edilmiş değildir. Şu halde bu isnad, hasen derecesindedir. Yahya b. Mâîn (v.233/847) de bu hadisi delil olarak kabul etmiştir.

Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediği nakledilmektedir:
اذا دخلتم المقابر اقرؤا آية الكرسى ثلاث مرار (قل هو الله احد) ثم قل اللهم ان فضله لاهل المقابر
“Kabristana girdiğinizde Âyetülkürsî ve üç defa İhlâs sûresini okuyarak şöyle duâ edin: Allah’ım! Onun ecrini şu kabir halkına ulaştır.
(İbn Kudâme, age., c.II, s.424; Kurtubî, et-Tezkira, c.I, s.96.)
başka bir rivâyette ise
“Fâtiha sûresini, Muâvizeteyn ve İhlâs sûrelerini okuyunuz. Sonra da bunu kabir halkına bağışlayınız. Çünkü o ölülere ulaşır.” buyurmuştur. (Kurtubî, age., I/96)

Categories: Kabir ve ruh, Kabirde kuran okumak | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

“Tevessül Mes’elesinde Söylenen Asılsız Sözlerin İptâli”(4)

“Mahku’t-Tekavvul fî Meseleti’t-Tevessül”

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
“Tevessül hakkındaki Hadîsler ve Eserler”

Şimdi de önceden kısaca zikrettiğimiz tevessül hakkındaki hadîs ve eserler üzerinde konuşmaya dönelim…
(Birinci Hadîs): Onlardan birisi İmâm Buhârî’nin el-İstiskâ(Bâbı’n)’da rivâyet etmiş olduğu hadîstir. Öyle ki, Sahîh’inde şöyle demiştir:
‘Bana Hasan İbnu Muhammed rivâyet etti (dedi). (O), bize Muhammed el-Ensârî rivâyet etti, dedi. (O), bana babam Abdullah İbnu Müsennâ, Sümâme İbnu Abdillâh İbni Enes’den, (O), Enes’den şöyle rivâyet etti (dedi):
Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu kıtlığa ma’rûz kaldıkları zaman Abbâs İbnu Abdilmuttalib ile istiskâ etti ve şöyle dedi:
“Ey Allah’ım!… Şübhe yoktur ki, biz Sana Nebîmiz sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül eder ve sen bize yağmur yağdırırdın. Ve şübhe yoktur ki, (şimdi) biz sana Nebîmizin amcasıyla tevessül ediyoruz. Bize yağmur yağdır. (Râvî Enes) onlara derhal yağmur yağdırıldı, dedi.”[42]

Bu rivâyette zât ile tevessül vardır.
Burada hazf edilen bir muzâf’ın bulunduğunu, yani sözün ‘Nebîmizin amcası(nın duâsı) ile…’ demek olduğunu iddiâ etmek, herhangi bir delîl bulunmaksızın söylenen katıksız bir asılsız sözdür. Nitekim Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in öldü diye Abbâs radıyellâhu anhu’ya dönüldüğünü var saymak, Ömer radıyellâhu anhu’nun hiçbir şekilde aklına gelmeyen bir şeyi O’na söyletmektir (yakıştırmaktır.) Aksine onda, ‘daha üstün bir kimse bulunmasına rağmen daha aşağıdaki bir kimseyle tevessül etmenin câiz olduğu’ vardır. Hatta ‘Nebîmizin amcasıyla’ lafzıyla tevessül etmek, Abbâs’ın Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in yanındaki yakınlığı ve onun katındaki rütbesiyle tevessül etmektir. Böylece bu tevessül Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le de olmuş olur.

“(Tevessül eder) idik” sözü de Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem zamanına hâs değildir. Aksine, o zamanı ve kıtlık senesine kadar olan ondan sonraki vakti içine almaktadır. (Burada tevessülü Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimizin yaşadığı zamanla) sınırlandırmak, herhangi bir sınırlandırıcı bulunmadan yapılan bir sınırlandırmaktır.
Buhârî’de de yer aldığı gibi, İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ, Ebû Tâlib’in, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i öven şu şiirini okur ve şöyle derdi:
“Ve (hiçbir kavim), yüzüyle (veya zâtıyla) bulutlar-dan (insanlar tarafından Allah’ın) yağmur (yağdırması) istenen hiçbir beyaz(zât)ı (geriye bırakmadı[43])”[44]
Hatta Fethu’l-Bârî’de de geçtiği gibi, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in bu şiiri okuttuğu da rivâyet edilmiştir. [45]

Hassân radıyellâhu anhu’nun şiirinde şöyle gelmiştir:“Bulutlar Abbâs’ın yüz akı ile yağmur yağdırdı.” Nitekim el-İstîâb’da böyle geçmektedir.[46]

Bütün bunlarda Allah’dan, Abbâs’ın zâtı ve Allah katındaki rütbesi ile yağmur istemek vardır.

(İkinci Hadîs): Onlardan biri de İmâm Beyha-kî’nin,[47] O’nun yoluyla da Takıyy es-Sübkî’nin[48] Şifâu’s-Sikâm’da ve başkalarının (başka eserlerde) rivâyet etmiş oldukları Mâlikü’d-Dâr hadîsidir.
Bu hadîs, Ömer radıyellâhu anhu zamanında Bilâl İbnu Hâris el-Müzenî radıyellâhu anhu’nun Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le yağmur istemesi hakkındadır. Mâlikü’d-Dâr, Hazreti Ömer’in âzâdlı kölesi olan Mâlik İbnu İyâz’dır. O’nun hazîne bekçisiydi. O’nu Ömer, çoluk çocuğuna vekâlet vazîfesiyle vazîfelendirmişti. O’nu sonradan Osman radıyellâhu anhu (halka dağıtılacak malların) taksîmiyle vazîfelendirdi. Bu yüzden ona Mâlikü’d-Dâr ismi verilmişti. Nitekim İbnu Sa’d’ın Tabakât’ında ve (İbnu Hacer’in) el-İsâbe(sin)’de böyle denilmiştir.

İbnu Kuteybe’nin Maarif’inde şöyle yazılıdır: Ömer İbnu’l-Hattâb’ın âzâdlı kölelerinden birisi de Mâlikü’d-Dâr’dır. Ömer, O’nu içinde insanlara bir şey dağıtacağı evde vazîfelendirmişti. (İbnu Kuteybe’nin Sözü Bitti.)

Hadîsin ibâresi(nin tercümesi) şöyledir:
“Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu’nun halîfeliği zamanında insanlara kıtlık isâbet etti de, bir adam Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve ‘Yâ Resûlellâh!.. Ümmet’in için (Allah celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar helâk oldular’ dedi. Sonra hemen Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem o adama rü’yâsında geldi ve ‘Ömer’e git selâm söyle ve onlara yağmur yağdırılacağını haber ver…’ buyurdu.”
(Hadîsden) delîl getirilecek yer, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem kabirdeyken ondan yağmur duâsı yapması istenilmesi, O’nun Rabbine duâ etmesi, kendisinden bir şey isteyenin suâlini bilmesi, bu yaptığına Sahâbe’den hiçbir kimsenin inkârda bulunmamasıdır.
Bu hadîsi,İmâm Buhârî Târîh’inde,[49] Ebû Sâlih Zekvân yoluyla kısa olarak rivâyet etmiştir. Onu İbnu Ebî Hayseme bu şekilden uzunca olarak rivâyet etmiştir. Nitekim el-İsâbe’de böyle denilmektedir.[50]

Onu, yine İbnu Ebî Şeybe,[51] Ebû Sâlih es-Semmân’dan, O da Mâlikü’d-Dâr’dan olmak üzere sahîh bir isnâdla rivâyet etmiştir. Nitekim bunu İbnu Hacer Fethu’l-Bârî’de[52] açıkça ifâde etmiştir.
(Fethu’l-Bârî’de) }ى{/‘yâ’ ile (}ىِراَّدلا{‘ed-Dârî’ şeklindeki) yazılışı matbaa hatâsıdır.
İbnu Hacer, “rü’yâyı gören, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den biri olan Bilâl İbnu Hâris el-Müzenî’dir; nitekim Seyf, el-Fütûh’da böyle rivâyet etti,” dedi.
Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in, Resûlüllâh sallâhu aleyhi ve sellem ile ölümünden sonra istiskâ etmekteki amelleri husûsunda bir nassdır. Öyle ki, içlerinden hiçbirisi bu haber kendilerine ulaşmasına rağmen onu inkâr etmemiştir. Mü’minlerin Emîrine götürülen haber yayılır. İşte bu yüzden, bu rivâyet birilerine yalan söz isnâd edenlerin dilini koparır.

MAKALE: Muhammed Zâhid el-Kevserî (Rahimehullah)
……………………………………………………….
DİPNOTLAR:
42 Buhârî (1010,3710), İbnu Hibbân (2561)
43 Bu i’râb ve ona dayanarak verilen ma’nâ, İbnu Hacer’in tercîhidir. O, { ُماَمَغْلا ىَقْسَتْسُي َضَيْبَا َو}/(ve ebyada yüsteskâ…) ibâresini önceki beyitte geçen {اًدِّيَس ٌمْوَق َكَرَت اَم}/ ‘mâ tereke kavmun seyyiden’deki {اًدِّيَس} /‘seyyiden’e atfederek {َضَيْبَا} /’ebyeda’da mef’ûliyyet üzere nasbı râcih buluyor. [Fethu’l-Bârî (Dârü’l-Fikir baskısı):3/184-185] {ِهِهْجَوِب ُماَمَغْلا ىَقْسَتْسُي} / ‘Yüsteskâ›l-ğamâmu bi vechîhî’deki {هْجَو}/(vech)/yüz, Arab dilinde, (zât)’tan kinâye olarak da kullanılır. Buna göre, “zâtıyla bulutlardan yağmur istenen her bakımdan ak ve pâk bir insan”dan söz ediliyor.… İsteyen, te’vîle gitmeyip, “ ‘zâtı’ ile değil, ‘yüzü’ iledir” de diyebilir(!)
44 Ahmed İbnu Hanbel: (2/93), Buhârî (Muallak olarak) (1009), İbnu Mâce: (1272) Rivâyet sahîhtir.
45 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (3/183), Dâru’l-Fikir,1414
46 İbnu Abdi’l-Berr, el-İstîâb, el-İsâbe kenarı (3/98-99), Dâru’l-Fikir, 1398
47 İbnu Kesîr, el-Bidâye (8/93-94), İbnu Kesîr bu rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söyledi.
48 İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm (144-145)
49 İmâm Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr (7/304, Md:1295) Dârü’l-Fikir.
50 Bu ihâle, el-İsâbe’de bulunamamıştır.
51 İbnu Ebî Şeybe, el-Musannef (6/356-357, H: 32002)
52 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (3/183-185), Dâru’l-Fikir

Categories: Tevessül, Tevessül-Teberruk-Istiğase-Himmet | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da Blog Oluşturun.