Posts Tagged With: müsebbihe

Imam Ebu Hanife Tefvid görüşü üzeredir

İmam Ebu Hanife Numan bin Sabit (rahimehullah) (Hicri: 80-150) Tefvid görüşü üzeredir:
İmam şöyle buyurmuştur:

“Allah u Teala’nın kelamı vardır bizim kelamımız gibi değil, işitir bizim işitmemiz gibi değil, Allah u Teala’nın kelamı harf ve aletlerle değildir. Harfler mahluktur ama Allah’ın kelamı mahluk değildir. Allah u Teala vardır ama hiçbir varlığa benzemez. Allah u Teala hakkında “var” demek yani: cisim, cevher, araz, had (sınır,nihayi noktalar) bir eşi, misli ve benzeri olmaksızın var demektir. Kuran-ı Kerimde zikrettiği üzere yed, vecih ve nefs diye sıfatları vardır. Kuran-ı Kerimde zikrettiği yed, vecih ve nefs gibileri O’nun keyfiyetsiz sıfatlarıdır. Yed sıfatı kudreti ve ya nimetidir denilmez, çünkü burada sıfat iptali olur, bunlar kaderciler ve mutezilenin görüşüdür. Lakin Yedullahi demek O’nun bir sıfatıdır ve keyfiyetsizdir, aynı şekilde Allah’ın rızası ve gazabı da O’nun keyfiyetsiz birer sıfatıdır.”
(Fıkhul Ekber/26)

Aynı şekilde zahiri manaları nefyederek, şöyle buyurmuştur:
“Allah u Teala’nın yakınlığı ve uzaklığı mesafe uzunluğu ve ya kısalığı değildir. Ancak değer vermek (ikramda bulunmak) ve değer vermemek (önemsememek) manasındadır. İtaatkar olan Allah u Teala’ya keyfiyetsiz olarak yakındır, günahkar ise keyfiyetsiz olarak Allah u Teala’dan uzaktır”
(Fıkhul Ekber/67)

İşte İmam-ı Azam Ebu Hanife hz lerini mücessim olarak gösterenler utansın. Muhakkak ki o tenzih üzere olan tefvid ehlidir.
Zahir manaya tutunup tecsim ve teşbih ehli olanlara apaçık bir reddiyede bulunmuştur.
Ehlisünnetin görüşü tefvid değildir diyenlere…

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Imam Beyhaki’nin Akidesi

İmam Beyhakî’nin (rahimehullah):

“Kişinin en azından bilmesi gereken şey; Allah u Teâlâ’nın istivası normal bir istiva gibi kıvrılmak, bir mekânda istikrar etmek (bulunmak) ve ya yarattığı herhangi bir şeye değmesi falan değildir! Lakin kendisinden haber verdiği gibi KEYFİYETSİZ bir şekilde Arş’a istiva etmiştir. ‘Eyne’siz, ‘Keyfe’siz (Nerededir’siz ve Nasıldır’sız). Bütün mahlûkatlarındanayrıdır.
O’nun ityanı (gelmesi) bir mekândan başka bir mekâna gelmek değildir. Allah u Teâlâ’nın mecîi (gelmesi) hareket etmek demek değildir. Nuzulu, nakil etmek demek değildir. Nefsuhu, cisim demek değildir. Vechuhu, yüzü (sureti) demek değildir. Yeduhu , aza demek değildir. Aynuhu, gözü-gözbebeği demek değildir. Muhakkak ki bunlar tevkifi olarak gelen sıfatlardır ve biz de bunu söyleriz (kabul ederiz), ancak bu sıfatlardan KEYFİYETİ nefyederiz. Allah u Teâlâ: [O’nun benzeri hiçbir şey yoktur] ve [Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir] ve [O’nun ismiyle isimlendirilen birisini biliyor musun?] buyurdu.”

[Beyhaki, El-İtikad ve’l Hidaye/1.cild/117.sayfa]

Categories: Tevessül | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Ibn Teymiyye ve arş’ın yaratılmamış olması! (1)

IMAM-I KEŞMİRÎ İBN TEYMİYYE’NİN ŞÖYLE DEDİĞİNİ NAKLEDİYOR:

“İbn Teymiyye’nin dediğinin zıddına; cumhur-ul ulemaya göre, arş hadistir (yani yaratılmıştır).
Muhakkak ki İbn Teymiyye, Arşın kadim (yani yaratılmamış) olduğu görüşündedir. Bu kadimliğe de KİDEM-İ NEVÎ adını vermiştir.”

İmam KEŞMİRÎ (rahimehullah) kelamına da İbn Kayyim’in Nuniyye’sinden birkaç beyitle devam ediyor:

Allah u Teâlâ vardı ve hiçbir varlık yoktu ** Subhanehu O’nun şanı yücedir.

Allah kendisi dışındaki her şeyi yaratmıştır ** Rabbimiz mahlûkatlarla beraber değildi.

Biz sapıkların dediği gibi demiyoruz ** O zındık ve yunan mantığının sahibi gibi.

Bu gördüğümüz kâinatın ve ruhların ebedî **Olacağını ve fâni olmadıklarını. (demişti)

İmam KEŞMİRİ (rahimehullah) bu şiire cevaben şu manada bir beyit yazar:
“Bu kâinatın ebedi olduğunu söyleyip de dinden çıkan kişi İBN SİNA’DIR. Kâinat yok olup bitmeyecek dedi. İbn Teymiyye de Arş’ın yaratılmamış olduğunu ve ezelden beridir Allah u Teâlâ ile beraber var olduğunu söylemiştir.

İBN SİNÂ ile İBN TEYMİYYE’NİN bu durumda aralarındaki fark nedir?

(İMAM-I KEŞMİRİ/FEYD-UL BARİ ŞERHU SAHİH BUHARİ/6.CİLD/304.SAYFA)

1: “MUVAFEKATU SARİH-İL MAKULİ Lİ SAHİH-İL AKLİ/DER U TEARUD-İL AKLİ VE’N NAKLİ”

O kitapta geçen ibare aynen şöyledir:
وأما أكثر أهل الحديث ومن وافقهم فإنهم لا يجعلون النوع حادثاً، بل قديماً، ويفرقون بين حدوث النوع وحدوث الفرد من أفراده

Tercümesi: Ehli hadisin çoğunluğu ve onlara muvafık olanlar; bir şeyin nevini hadis kılmazlar (yani yaratılmış olarak kabul etmezler). Bilakis! Nev’i kadim (yaratılmamış/ ezeli) kabul ederler. Onlar, nevin hadis olmasıyla ferdlerin hadis olması arasında farkların olduğunu söylediler.

(((DİKKAT EDİN! İBN TEYMİYYE, KENDİ GÖRÜŞÜNÜ NAKLEDERKEN İLLA BAŞKALARI DİYORMUŞ GİBİ YAPIYOR/ HÂLBUKİ NE EHLİ HADİS’TEN NE DE ONLARA MUVAFIK OLANLARDAN HİÇBİR KİMSE BÖYLE BİR İDDİADA BULUNMAMIŞTIR. İBN SİNA BÖYLE DEMİŞTİR O DA İMAM-I GAZZALİ VE DİĞER ULEMA TARAFINDAN TEKFİR EDİLMİŞTİR! )))

*İbn Teymiyye aynı kitabında rezalet dolu sözler sarf eder. O sözleri okuduktan sonra bir insan, Allah’ın verdiği bu aklı bu kadar mı rezil eder? Diye soracaksınız kendi kendinize!

O sözleri aynen şöyledir:
فمن أين في القرآن ما يدل دلالة ظاهرة علي أن كل متحرك محدث أو ممكن؟ وأن الحركة لا تقوم إلا بحادث أو ممكن؟ وأن ما قامت به الحوادث لم يخل منها؟ وأن ما لا يخلو من الحوادث فهو حادث؟ وأين في القرآن امتناع حوادث لا أول لها؟

Tercümesi:
Kuran-ı Kerim’in neresinde
1. Bütün hareket eden her şeyin cisim ve mümkünatlardan olduğu,
2. Ve hareket etmenin sadece cisimlere ve mümkünatlar kaim olduğu
3. Hadislerin kaim olduğu şeyin illa hadis olacağı,
4. Kendi zatında hadislerden boş olmayan (yani sonradan bir sıfat kazanan) illa hadis olacağı,
5. “VE KURANIN NERESİNDE HADİSLERİN (YARATILMIŞLARIN) İLLA BİR BAŞLANGICI OLACAK”
Diye Apaçık ve tam bir şekilde delalet eden bir söz yazıyor?

((Son noktayı tekrar okuyun, ibn teymiyye yaratılmışların illa bir başlangıcı olmak zorunda
mı? Diye soruyor! AKILDAN BU KADAR ÇOK YOKSUN!))

Bütün bu sözleri soran İbn Teymiyye! Bize bu sorunun cevabını verebilir mi?
-Ferdleri hadis olmasıyla beraber nevi kadim olan bir varlığı bize Kuran-ı Kerim’de göstersin bakalım!

 

Categories: Ibn Teymiyye | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Imam Ebu Hanife ve Istiva

İMAM I EBU HANİFE (rahimehullah) şöyle diyor:

“ALLAH U TEALA ARŞA İSTİVA ETMİŞ AMA İHTİYACI OLMADAN VE ONU MEKAN KILMADAN !!! O arş ve arşın dışında kalan her şeyi ihtiyacı olmadan korur. Eğer mahluklar gibi Allah da ona muhtaç olsaydı alemi yaratmaya gücü yetmezdi, eğer arşta OTURMAYA ve ya KARAR KILMAYA (MEKAN EDİNMEYE) ihtiyacı olsaydı o zaman ARŞI YARATMADAN EVVEL NEREDEYDİ ???? ALLAH U TEALA BÜTÜN BU NOKSANLIKLARDAN MÜNEZZEHTİR.
(El-Vasiyye (yazılı eser), s.2)

Arapça ibaresini
نقر بأن الله تعالى استوى على العرش من غير أن يكون له حاجة واستقرار عليه ، وهو حافظ العرش وغير العرش من غير احتياج . ولو كان محتاجا لما قدر على إيجاد العالم وتدبيره كالمخلوقين . ولو كان محتاجا إلى الجلوس والقرار فقبل خلق العرش أين كان الله ؟ تعالى عن ذلك علوا كبيرا “

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Allahu Teâla diğer cisimler gibi olmayan bir cisimdir?

Bu konuda da verilecek en güzel cevaplardan bir tanesi de Şii asıllı olan El-Cevalikî’nin iddialarına karşı verilen cevaplardır. İmam Kurtubî (rahimehullah) Nur Suresi 35. Ayet-i kerimesinin tefsirinde şöyle buyuruyor:

“Medih etme babından Allah u Teâlâ’nın nuru vardır denilebilir. Çünkü Allah u Teâlâ bütün eşyaları yarattı ve onları aydınık veren de O’dur. Nur O’nunla başladı ve O’ndan sudur etti. Zalimlerin dediği gibi Allah u Teâlâ idrak ettiğimiz nurlardan değildir. Bunlardan yücedir (munezzehtir). Muhakkak ki Hişam el-Cevalikî ve mücessimlerden bir taife şöyle dedi: O; nurdur diğer nurlara benzemez, cisimdir diğer cisimlere benzemez. Bu tür sözlerin hepsi, yerinde yani ilmî kelamda beyan edildiği üzere hem aklen hem de naklen Allah u Teâlâ hakkında muhaldır (imkansızdır).”

İmam ı Kurtubî (rahimehullah) beyanatına devam eder ve bu sözleri söylemekle kendi kendilerine mutenakız (çelişkili) olduklarını da açıklar.
“Sonra onların sözleri birbiriyle çelişkilidir. Onlar, cisim ve nurdur dediklerinde cisim ve nurun hakikati ile hükmettiler. Nurlar gibi değil ve cisimler gibi değil derken de ispatladıklarını nefyettiler. Bu sözlerin tahkiki kelam ilminde daha geniş açıklanmıştır. Onları bu denli sapkınlıklara sürükleyen nasların zahirlerine göre gitmeleridir.”

Mucessimlerin ortak özelliği
1. Mücessimlere göre, Allah u Teâlâ’nın bir hacmi vardır. Onlara göre, Allah u Teâlâ’nın bir uzunluğu, derinliği ve yüksekliği vardır. Bu yaptığımız tarif aslında cismin tarifidir. Bütün mücessimler Allah u Teâlâ’ya cisim ismini kullanırlar.
2. Mücessimlere göre, Allah u Teâlâ beş duyu organlarla hissedilebilir. Aynı şekilde Allah u Teâlâ’ya dokunulabilir (bir yere değebilir). Çünkü, onlara göre haşa Allah bir cisimdir ve O’nun hissettiği gibi mahluk olan cisimler de O’nu hissedebilir.
3. Mücessimlere göre Allah u Teâlâ, Arş ile temas halindedir yani Arş’a değiyor. Bu düşünce belli bir mücessim taifeye aittir. Bu görüş ibn teymiyye tarafından bizzat öngörülmüştür. Fakat bazı mücessim gruplara göre ise haşa Allah u Teâlâ, Arş’ın üstündedir ama Arş’a temas edip değmiyor.

Bu konuda İbn Teymiyye de var diyebileceğimiz her şey ya cisimdir ya da sıfattır der. Allah u Teâlâ da vardır ve İbn Teymiyye bu sözünü umumi bir şekilde söyler. Yani Allah u Teâlâ hakkında da hiçbir tenzihe girmeden dile getirir. Allah u Teâlaâ’nın sıfat olmadığını kabul etmeyen hiçbir akıl sahibi yoktur. Netice olarak, ibn teymiyye’ye göre Allah u Teâlâ haşa cisimdir. Bu konudaki sözü şöyledir:
“Hiçbir varlık yoktur ki illa ya cisimdir ya da sıfattır.” (Beyanu Telbis-il Cehmiyye 1/9)
Bu sözü de İmam ı Ahmed’e isnad ediyor!
İbn Teymiyye’nin Yanında Varlığın Hakikati Nedir?
Varlıktan kastımız kadim ve ya hadis olan varlıktır. Biz kesin olarak biliyoruz ki var olan ve 5 duyu organımızla hissettiğimiz bütün varlıklar cisimdir. Peki, cisim olmayan bir varlığı düşünebilir miyiz? Cisim olmayan bir varlık var mıdır?

İbn Teymiyye, bu sözü ile hem Halik hem de mahluku umumen varlık olarak kastediyor. Sonra bu genelleyerek kullandığı ibaresinin manasını geniş bir şekilde kendisi açıklamıştır.
Şöyle açıklıyor:
“Bilindiği üzere Allah’ın cisim olmadığı, fıtratın bedaheten (yani düşünmeden) ve ya fıtrattan gelen herhangi yakın bir ön bilgi ile ve ya da fıtratta açık olan mukaddimelerle anlaşılabilecek bir şey değildir. Bilakis, Allah’ın cisim olmadığını bildiren mukaddimeler çok derin ve kapalıdır. Allah’ın cisim olmadığını bildiren mukaddimeler beyyin (açık) olan mukaddimeler değildir ve akıl sahiplerinin hepsi tarafından da ittifaken kabul görmemiştir. (Yani bazıları bu mukaddimeleri yetersiz görüp Allah’ın cisim olmadığını kabul etmeyebilir). Her akıl sahibi taife; hasımlarının, Allah’ın cisim olmadığına dair getirdikleri mukaddimeleri, düşünüldüğü zaman daruri bir şekilde fasid olduğunu beyan ediyorlar ve taklid etmeyi de terkediyorlar. 
Bununla beraber kelam ehlinden birçok taife bütün bunları kötüler ve derler ki: Muhakkak ki kati deliller bu görüşün zıttını söylüyor. Kendi başına kaim olan bir varlık ancak ve ancak CİSİMDİR. Cisim olmayan bir varlık da kesinlikle YOKTUR. Bilinen odur ki bu görüşün doğru olması akla ve fıtrata birinci görüşten daha yakındır.” İbn Teymiyye’nin sözü bitti.
(Beyanu Telbis-il Cehmiyye/2.cild/93-94.sayfa)

Dikkat!
İlk başta beyan edeceğimiz konu İbn Teymiyye her sözünde kelam ehlini zem ederken ve onlara çirkin vasıflar isnad ederken burada onlardan gelen sözü direk kabul eder. Aslında felsefecilerin sözüdür ve bunu kelam ehline nisbet eder.
Bundan sonra da sözün tahliline gelelim:
Netice olarak burada iki görüşü bir araya getirip kıyaslıyor ve kendisi de 2. görüşü tercih ediyor:
1. Görüş: Allah azze ve celle cisim değildir diyenlerin görüşü.
2. Görüş: Allah’ın cisim olması, olmazsa olmazdır (yani vacibtir) diyenlerin görüşü. Çünkü, bu görüşün sahibi olduğunu iddia ettiği bazı kelam ehline göre, her var olan illa ki cisim olmak zorundadır. Cisim olmayan da kesinlikle var değildir (yoktur). Allah da vardır, var olmanın en büyük delili yaptığı fiiliyatlarıdır. O zaman Allah da onlara göre haşa cisimdir.
Sizin de gördüğünüz gibi İbn Teymiyye ikinci görüşü destekliyor ve o görüşün akıl ve fıtrata daha yakın olduğunu söylüyor.

Bununla da kalmayıp bu desteklediği manayı tekid etmek için de şunları söylüyor:
Bu söz, Nefiy (yani Allah u Teâlâ’yı cisim olarak kabul etmeyen) ve İspat (Allah u Teâlâ’yı cisim olarak kabul eden) ehlinden olan akıl sahiplerinin üzerinde ittifak ettiği sözdür. Vehm ve hayalin mevcut olan bir varlığı tasavvur etmesinin ancak ve ancak o varlığın bir mekânda olmasına bağlamışlardır. Vehm ve hayaller hiçbir varlığı tasavvur edemez ancak o varlık bir mutehayyiz (mekân edinen) ve ya mutehayyize kaim olmalıdır. Mutehayyiz cisimdir, kaimun bil mutehayyiz ise sıfattır. ((Yani var olan her şey ya cisimdir ya da sıfattır))
Müsbite (cisimdir diyenler) dedi ki: Bu (cisim olduğu), aklî ve şerî delillerle de bilinen bir hakikattir. Bilakis, darureten bilinir. (yani düşünmeden de bilinebilecek kadar basit bir mevzudur.)
Nefiy ehli (cisim değildir diyenler) dedi ki: Az biraz ince düşünüldüğünde bu kaidenin batıl olduğu anlaşılır.
Her iki grubun da ittifak ettiği konu vehm ve hayal musbitenin sözünü kabul eder ((yani tasavvur edeceği şey ya mutehayyizdir ya da kaimun bil mutehayyizdir)). Senin söylediğin gibi onlar, Allah’ı parça ve bölümlerden oluşmuş olarak inanıyorlar ve sen onlara mücessim diyorsun. (bu sözü de Allah u Teâlâ’yı cisim olarak kabul etmeyen İmam ı Razi’ye karşı hitapla söyler)”

Bu ibareler İbn Teymiyye’den apaçık iddialardır ki, İbn Teymiyye mutlak olarak hiçbir şey var olmaz ancak varsa o zaman cisimdir demektedir. Bununla da kalmayıp açık açık ALLAH U TEÂLÂ’DAN bahsediyor ve diyor ki: akıl, şeriat ve darurat Allah’ın cisim olmasının vacip olduğunu apaçık ortaya koyuyor.

Hakikaten İbn Teymiyye Allah u Teâlâ’ya cesimun mucessem olarak inanıyor. Yani ona göre Allah u Teâlâ 3 boyutlu olan; uzunluk, genişlik ve derinliği olan bir cisimdir. (TUL, UMK, ARD)
Ona göre “La yucedu mevcudun illa en yekune cismen”. Var olan her şey ancak ve ancak CİSİMDİR. Allah u Teâlâ da vardır ve varlıklardandır!!!

Apaçık bir şekilde luzuma dayanarak cismin gereklerinden, olmazsa olmazlarından olan mekân edinmek vasfını da ispatlamış olur. Cisim olduğu ispatlanan her şeyde makân edinmek vardır diyor. Allah u Teâlâ da ona göre bu cisimler arasındadır ve nihayetinde ona göre haşa Allah u Teâlâ bir mekândadır.

İşte, İbn Teymiyye birçok kitabında ısrarla hiçbir varlık yoktur ki illa ya cisimdir ya da cisimlerle kaimdir (yani sıfattır). Bu sözü umumi bir şekilde hem Halik hem de mahluka itlak etmektedir.

Categories: Ibn Teymiyye, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Imam Taberî ve ”Sonra Semâ’ya istivâ etti…” ayetinin tefsiri

“İstivâ” Arap kelâmında birçok manaya gelir. Onlardan

(Bir) tanesi: “Adamın gençlik yıllarının son bulması ve kuvvetlenmesi” manasıdır. İnsan böyle olduğu zaman, إِسْتَوَئ الرَّجُلُ=/”adam İstiva etti” denilir.

(İki): İstiva kelimesinin manalarından bir tanesi de bulunmuş olduğu hususda doğru hâle gelmesi ve düzelmesi demektir. Bir adamın işi eğri ve yamuk yumuk olduktan sonra düzelirse, إِسْتَوَي لِفُلَان أَمْرُهُ=/“işi falancıya istiva etti” denilir. “İstivâ” kelimesinin manalarından bir tanesi de “bir şeye bir iş ile yönelmek” demektir. Nitekim şöyle denilir: Bir insan bir insana iyilik ve ihsanda bulunduktan sonra, إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي فُلَان بِمَا يَكْرَهُهُ وَ يَسُوئُهُ بَعْدَ الْاِحْسَانِ إِلَيْهِ “İstevâ fülanün ala fülanın bima yekrahuhu ve yesûühu ba’de’l-ihsâni ileyhi”/ “falancı falancıya hoşlanmadığı, kendisini kötü edecek bir şeyle, ona ihsanda bulunduktan sonra ikbal etti, yöneldi” demektir.

(Üç): İstivâ kelimesinin manalarından bir tanesi de “İhtiyâz” yani hayyizine/”içine almak”, yani “kaplamak” demektir. Nitekim, إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي الْمَمْلَكَةِ = /”falancı memlekete istiva etti” yani onu ihtiva etti içine aldı ve zabtetti.

(Dört): İstivâ kelimesinin manalarından bir tanesi de عُلُوٌّ=/”Uluvv” ve اِرْتِفَاعٌ=/”İrtifa’”/”yüksekte olmak, yücelmek ve yükselmek” demektir. Bir insanın إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي سَرِيرِهِ= /”falancı divanının üzerine çıktı” denilir. Bu ayeti celîleye bu manaların hangisi daha çok yakışıyor?. Yani bunların en evlâsı, ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ= ayeti celilesindeki İstivâ عَلَي عَلَيْهِنَّ واَرْتَفَعَ= /”üzerine çıktı ve yükseldi, kudretiyle onları tedbir etti; yani “on-ları yedi kat sema olarak yarattı” demektir. Arap kelamında, ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ = ayeti celîlesindeki İstivâ’nın “Uluvv” ve “İrtifa'” olduğunun anlaşılacağını inkar eden kimselere şaşılır, “Allah Teâla semanın üzerine yükseldi” demek, “önceden altındaydı da sonra üstüne yükseldi” manasına gelebilileceği endişesiyle böyle bir yanlış manadan kaçınmak için, buradaki İstivâ’nın İrtifa’/yükselme manasında olduğundan kaçınan kimselere şaşılır.

Bu kimse şu mahzurdan kaçar ama onu bilinmeyen ve hoş olmayan bir şekilde te’vîll eder. Sonra da bu kaçtığı şeye/mahzûra kendisi tutulur. Ona, sen, “İstevâ” akbele/ikbâl etti demektir. Allah Teâla, daha önce “İdbâr” mı etmişti?. Yani, önceden semaya arkasını mı dönmüştü de şimdi önünü döndü, ona yöneldi; bunu mu iddia ediyorsun? denilir. Eğer iddia ederse ki, “bu İkbâl, fiili bir İkbâl değildir. Fakat bu tedbiriyle yöneldi manasında bir ikbaldir” derse, ona şöyle denilir: Aynı şekilde de ki, “O’nun YÜKESLEMESI MÜLK VE SULTAN YÜKSELMESIDIR. BIR YERDEN BIR YERE INTIKAL VE BIR YERDEN AYRILMA YÜKSELMESI DEĞILDIR, MANEVI BIR YÜKSELMEDI.” O bu husuta ne şey söylerse, onun gibi bir şeyle ilzam edilir…”

[Tefsîr-i Taberî:1/428 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)]

Görüyorsun ki, İbnü Cerîr “Arşın üzerine istivâyı orada oturmak ve yerleşmek manasında tefsir etmedi; aksine onun “mülkiyet ve sultanlık”/”hükümrânlık manasında bir yükselmek,” “mâlik olmak hükümranlığı altına almak manasında bir yükselmek” demek olduğunu anlattı.

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Vahhabilerin Feth’ul Bâri tercümesindeki inanilmaz tahrifati

Polen Yayınlarının (Selefi gecinen Vahhabi yayinevi) Feth-ul Bâri tercümesindeki tahrifatları bitmiyor!

14. cildin 459-460 sayfalarında (Tevhid Bölümü) “Yüce Allah’ın (c.c.) “Allah (c.c.) Her Şeyi İşiten ve Her Şeyi Görendir” Sözü” isimli baslığın açıklamasında/şerhinde söyle bir tercüme yapılmış

Öncelikle burada İmam Buhari’nin “Allah’ın her şeyi işiten ve gören olması” Onun ilim sahibi olması anlamındadır diyen Mutezile mensuplarına bir reddiye yaptığını belirtelim!

Açıklama:

“Yüce Allah’ın “Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir” sözü. “Ibni Battal söyle demiştir: “İmam Buhari’nin bu bölümden maksadı “Semî’un basîr” in manası, “âlim=çok bilen”dir diyenlere cevap ve reddiyedir. Ibni Battal söyle devam eder: Bu görüsü savunan kimsenin Allah’ı gökyüzünün yeşil olduğunu bilip, onu görmeyen körle ve insanların birtakım sesleri olduğu gibi bilip, bunu duymayan sağırla bir tutması gerekir. Şüphe yok ki işiten ve gören, kemal sıfatı açısından bunlardan birine sahipken, diğerinden mahrum olandan daha mükemmeldir.

Onun her şeyi işiten ve gören olması, çok bilen olmasına ilaveten daha fazla bir özellik ifade eder. Onun her şeyi işiten ve bilen olması, kulakla işitip, gözle görmesini gerektirir.Tıpkı alim olmasının ilimle biliyor olmasını gerektirdiği gibi. Onun her şeyi işiten ve gören olması ile kulak ve göz sahibi olması arasında hiçbir fark yoktur. Ibni Battal bu, kesin olarak ehl-i sünnetin benimsediği görüştür demiştir.“

Allah bu ümmeti sizin şerrinizden muhafaza etsin! Bu ümmetin arayış içindeki gençlerini Teşbih ve Tecsim sapıklığına sürüklemeniz, sizlere mahşer gününde tanık olarak yeter.

Alimlere attığınız iftiralar ise bu işin cabası!

Bikere burada Mutezile’ ye reddiyenin sebebi, onların Allah’ın Göz yada Kulak sahibi olmasını iddia etmelerinden dolayı değil, Görme ve İşitmesinin ilmi manasına geldiğini iddia etmelerindendir. Onun için tutup’ta bu meseleyi Kulak/Göz tartışmasına çekmenin bir anlamı yok! 

Orijinal Feth’ul Bâri’de (yani Arapça metinde) burada yazılanların hiçbiri geçmiyor. Orada gecen su:

“Onun her şeyi işiten ve duyan olması, Onun duyma (özelliği) ile her şeyi duyması, ve görme (özelliği) ile her şeyi görmesi manasındadır”

Yani Arapça metinde hiçbir yerde ne Kulak nede Göz kelimesi geçmekte, tam tersine hep“Sem=Duyma” ve “Basîr=İşitme” sözleri zikredilmekte.

Aslında bu mantığa göre, yukarıdaki misali’ de farklı tercüme etmeleri gerekirdi. Yani:

“Tıpkı alim olmasının ilimle biliyor olmasını gerektirdiği gibi.” degilde:

“Tıpkı alim olmasının BEYINLE biliyor olmasını gerektirdiği gibi.” Tövbe Hasa!

Simdi insan ister istemez soruyor bu mahalle müçtehitleri yetiştiren zevata: “Sizler hiçmi Allah’tan korkmuyorsunuz? Hiçmi bir hesap gününe inanmıyorsunuz? Allah’ı (c.c.) yaratılmışların vasıfları ve özellikleri ile nitelerken, ve insanların zihnine Rablerinin gerçek manada Göz, Kulak, El, Parmak, Baldır vs. gibi Organlara sahip olduğunu yerleştirirken, hiçimi korkmuyorsunuz? Bu nasıl bir hizmet anlayışıdır Allah aşkına?”

Tabiki daha bitmedi. Tahrifat devam ediyor, ve neresinden tutsak elimizde kalıyor!

“Onun her şeyi işiten ve gören olması ile kulak ve göz sahibi olması arasında hiçbir fark yoktur.”

Buda apacik bir iftiradan baska birsey degildir!

Orijinal metinde ise söyle geciyor:

“Onun her seyi isiten ve gören olmasi ile isitme ve görme sifatlarina sahip olmasi arasinda hicbir fark yoktur.” 

Göz ve Kulak, bir aractir/sebeptir. Allah (c.c.) ise, arac ve gereclere ihtiyaci olmayan Zât’dir. O’nu bu gibi yaratiklarin ihtiyac duydugu sebeplerden tenzih ederiz!

“Ibni Battal bu, kesin olarak ehl-i sünnetin benimsediği görüştür demiştir.“dedikleride, Ibni Battal bu son ve dogru aktardigimiz görüsü kast ederek Ehli Sünnetin görüsüdür demistir!”

Gelelim Imam Beyhakiye atilan iftiraya:

Kitapin devaminda (Feth’ul Bâri) söyle tercüme edilmis:

“Beyhaki, el-Esma ve’s-Sifat isimli eserinde söyle der: “es-Semi” kulagi olup, isitilme özelligi olan seyleri duyan, “el-Basir” görülebilen seyleri idrak ettigi bir göze sahip olan demektir. Bunlarin her ikisi Yüce Allah acisindan kendis zati ile kaim bir sifattir”

Asli ise söyledir:

“Beyhaki, el-Esma ve’s-Sifat isimli eserinde söyle der: “es-Semi” duyan olup, isitilme özelligi olan seyleri duyan, “el-Basir” görülebilen seyleri idrak eden demektir. Bunlarin her ikisi/hepsi Yüce Allah acisindan kendis zati ile kaim bir sifattir”

Devaminda söyle tercüme etmisler:

“Beyhaki bundan sonra  ebu Davud’un Müslimin şartini tasiyan güclü bir isnadla Ebu Yunustan naklettigi Ebu Hureyre hadisine yer verir.

Buna göre Ebu Hureyre Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem’in su ayeti okudugunu ifade etmistir: “Allah size mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasinda hükmettiginiz zaman adaletle hükmetenizi emreder. Allah size nekadar güzel ögütler veriyor. Süphesiz Allah her seyi isiten ve herseyi görendir.”

Ebu Hureyre bu ayeti okurken iki parmagini kullanmistir. Ebu Yunus, Ebu Hureyre bas parmagini kulagina sehadet parmagini gözünün üstüne koydu demistir. Beyhaki söyle der: O bu hareketiyle insandaki bulundugu yere isaret ederek Yüce Allah’in kulaginin ve gözünün var olduguna isaret etmek istemistir. Yine o, Allah’in kulaginin ve gözünün oldugunu vurgulamak istemis, bundan maksadin ilim ve bilgi olmadigina isaret etmek istemistir. Sayet böyle olsaydi, Ebu Hureyre kalbine isaret ederdi. Cünkü ilmin mahalli kalptir.”

Asli ise söyledir: 

“Beyhaki söyle der: O bu hareketiyle Yüce Allah’in Duyma ve Görme Sifatinin var olduguna isaret etmek istemiştir. Yine o, Allah’in duyan ve gören oldugunu vurgulamak istemiş, bundan maksadin ilim ve bilgi olmadigina isaret etmek istemistir. Sayet böyle olsaydi, Ebu Hureyre kalbine isaret ederdi. Cünkü ilmin mahalli kalptir.”

(bu mesele benim elimde bulunan Imam Beyhaki’nin El Esma ve’s-Sifat isimli kitabinin 209. cu sayfasinda anlatiliyor. Bu böyle degil diye iddia edenler zikrettigim kitap’in “Allah’in görme ve görülme sifatinin isbati” isimli basliga bakabilirler)

Son bir mesele daha, ki bu bölümü hic tercüme etmemisler (Orijinal Feth’de olmasina ragmen) ve ayni zamanda El Esma ve’s-Sifat’da olmasina ragmen:

“O (Ebu Hureyre) bununla Allah’in uzuvlari oldugunu kast etmemistir. Cünkü Allah (Subhane ve Teala) yaratiklarina benzemekten münezzehtir.”

Allah (c.c.) bu adamlari nasil biliyorsa öyle yapsin…

fethulbari1 fethulbari2

Categories: Tahrifler | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Kerrâmîyye

Başları olan Ebu Abdullah şöyle demiştir: Mabud, Arşın üzerinde karar kılmıştır. Zat olarak üst cihettedir. O’na cevher adını vermiş ve Azâbu’l-kabr adlı kitabında Allah Teâlâ’ın Zât olarak da, cevher olarak da bir olduğunu dile getirmiştir. O, Arş’a temas etmektedir. Hareket etmesi, dönüşmesi ve Arşından inmesi caizdir. Bazılarına göre O, Arş’ın bir kısmı üzerindedir. Bazılarına göre Arş, O’nunla dolmuştur. Bu fırkanın geç dönemdeki men­suplarına göre Allah Teâlâ cihet bakımından üstte, Arş hizâsındadır.

Bilâhare aralarında ihtilafa düşmüşler ve Abidiyye şu görüşü savunmuş­tur: O’nunla Arş arasındaki uzaklık ve mesafe vardır; öyle ki arasının cevher­lerle dolu olduğu takdir edilse ona bitişecektir. Muhammed b. el-Heysam ise şöyle demiştir: O’nunla Arş arasında sonsuz bir mesafe vardır. O, âlem­den ezelî bir farklılıkla ayrılır. Ona göre belli bir mekâna yerleşmesi ve aynı hizada olması söz konusu değildir. Üstte bulunuş ve ayrılık ise mevcuttur.

Kerrâmiye mensuplarının çoğunluğu Allah Teâlâ hakkında cisim kav­ramını kullanmıştır. Ehl-i Sünneti’e yakın olan kesimleri ise şöyle demişler­dir: Bizim cisim ile kasdettiğimiz, Zâtı ile kâim olmasıdır. Cismin onlara göre tanımı budur. Bu esas üzerine, kendi zâtları ile kâim olan iki varlığın birbirleriyle yahut da ayrı olması gerektiği hükümünü dayandırmışlardır. Bazılarına göre O, Arş’a bitişiktir, bazılarına göre ise ondan ayrıdır. Kimi zaman şunu da söylemişlerdir ki, her iki mevcûddan birinin diğeriyle olan ilişkisinin, ya arazın cevher karşısındaki durumu gibi olması gere­kir; yahut da ötekine göre bir cihette yer alması gerekir. Allah Teâlâ araz olamaz, çünkü Zâtı İle kâimdir. Şu halde âlemin bir cihetinde bulunması gerekir ki en yüce ve değerli olan yön üsttür. Buna göre O, Zâtı ile üstte­dir. Görüldüğü zaman da en üstte görülür.

Ardından O’nun varlığının sınırı üzerinde fikir ayrılığına düşmüşler­dir. Mücessime arasında Allah Teâlâ için altı yönden sınırın varlığını iddia edenler olmuştur. Kimileri ise sadece bir yönden, yani alttan nihayeti sınırın varlığını etmiştir. O’nun için sınırı inkâr edenler de olmuş ve O’nun Azîm olarak sonsuz olduğunu söylemişlerdir.

Azametin anlamı üzerinde de ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimilerine göre azameti, Arş’ın bütün kısımlarını tek başına kaplamasıdır. Arş, O’nun altındadır. O, cihet bakımından herşeyin üstündedir. Bazılarına göre ise azametinin anlamı, kendisi bir olmakla beraber birçok yönden Arş’a mülâki olmasıdır. O, Arş’ın her tarafına mülâkidir. Çünkü O, Ulu ve Azîm’dir.

[Imam eş-Şehristani, el-Mihel ve’n-Nihal]

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Imam Kurtubi ve Nüzul Hadisi

Al-i imran 17, Kurtubi tefsiri:

Yüce Allah’ın: “Ve seherlerde Allah’tan mağfiret dileyenlerdir” buyruğunun anlamı hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır.

Enes b. Malik der ki: Burada sözü geçenler, Allah’tan mağfiret dileyenler­dir. Katade ise, sözü geçenler namaz kılanlardır, demektedir.

Derim ki: Bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bunlar hem na­maz kılarlar, hem Allah’tan mağfiret isterler. Özellikle “seher vakti”nin söz konusu edilmesi duanın vakti olması ve isteklerin karşılanma ihtimali yük­sek bir zaman olmasıdır. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) yüce Allah’ın Hz. Yakub’un çocuk­larına söylediğini naklettiği: “Sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim” (Yu­suf, 12/98) buyruğunu açıklamak üzere şöyle buyurur: “Yakub onların bu mağfiret isteklerini seher vaktine erteledi.” Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş­tir.İleride gelecektir.

Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) da Hz. Cebrail’e: “Gecenin hangi vaktinde yapılan dua kabule şayandır?” diye sorunca Hz. Cebrail: Bilemiyorum, şu kadar var ki Arş seher vaktinde sarsılır” diye cevap verdi.

“Seher” denildiği gibi “sehr” de denilir. ez-Zeccâc der ki: “Seher” gece­nin geçip ikinci fecrin çıktığı vakte kadarki zamandır. İbn Zeyd ise, bu va­kit gecenin sonuncu altıda biridir, demektedir.

Derim ki: Bundan daha sahih olanı, hadis imamlarının Ebu Hureyre’den naklettikleri şu hadis-i şeriftir: Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Aziz ve celil olan Allah, her gece gecenin ilk üçte biri geçince dünya semasına iner ve der ki: Ben melik olanım. Ben melik olanım. Var mı Bana dua eden? Ben de onun duasını kabul edeyim. Var mı Benden dilekte bulunan? Ben de ona istediği­ni vereyim? Benden mağfiret isteyen var mı? Ben de ona mağfiret edeyim. Ve bu tan yeri ağarıncaya kadar böyle devam eder, gider.” Müslim’in bir rivaye­tinde ise “sabah fecr ağarıncaya kadar” şeklindedir. Lafız Müslim’indir.

Bu buyruğun TE’VILI hakkında farklı görüşler vardır. Buna dair yapılan açık­lamaların en uygunu Nesâî’nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivayet­tir: Ebu Hureyre ile Ebu Said’den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayete gö­re şöyle demişlerdir: Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir MÜNÂDIYE emrederek şöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? İstediği ona verile­cek.”

Ebu Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İş­te bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her tür­lü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi ka-bilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki… anlamındadır. Yine bu­radaki “iner” kelimesi “indirilir” şeklinde de rivayet edilmiştir ki, bu da bi­zim sözünü ettiğimiz hususa açıklık getirmektedir.

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Nüzul hadisi

Fethu’l-Bârî’de (3/25) şöyle denmiştir: 

“İnme”nin manâsında ihtilâf edilmiş ve ortaya birtakım görüşler çıkmıştır:

1): Kimileri onu/inmeyi zâhiri ve hakîkati üzere kabûl etmişlerdir. Bunlar, müşebbihedir/Allah’ı kullarına benzetenlerdir. Allah onların i’tikadlarından yücedir.

2):Kimileri bu husûstaki hadîslerin tamâmını sahîh olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar, Hâricîler ve Mu’tezile’dir. Bu görüş mükâberedir /yanlışta olduğunu bildiği halde hak ve hakîkat karşısında inâd edip direnmektir.

3): Kimileri bunları, icmâl yolu üzere/tafsîlâta girmeden, Allâh Teâlâ’yı keyfiyyetden ve teşbîhden pâk tutarak bunlara îmân ederek geldikleri gibi kabûl edip geçerli kılmaktadırlar. Bunlar Selef’in cumhûrudur/ çoğudur. Bu inancı Beyhakî ve diğerleri dört imâmdan, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Ahmed İbnü Hanbel’den, iki Süfyân’dan (Süfyân-ı Sevrî ve Süfyân İbnü ‘Uyeyne’den, İki Hammâd’dan /Hammâd İbnü Süleymân (veya Zeyd) ve Hammâd İbnü Seleme’den, Evzâî, Leys ve başkalarından naklettiler.

4): Kimileri lâyık olacak ve Arap dilinde kullanılan bir şekilde te’vîl etmişlerdir.

5): Kimileri te’vîlde o kadar ileriye gitmişlerdir ki, nihâyet iş bir çeşit tahrîf haddine varmıştır.

6): Kimileri de Arap dilinde kullanılan ve yakın olan te’vîl ile uzak ve (Ehl-i Sünnet tarafından) terkedilmiş olan te’vîllerin arasını ayırmış, bazı(nasslar)da te’vîl yapmış, bazılarında da işi Allah’a bırakmışlardır. Mâlik’den nakledilen de budur. Muteahhirûn’dan İbnü Dekîk el-‘Îd bu görüşte kesin görüş bildirdi. Beyhekî, “bu görüşlerin en sâlimi/sağlamı, Sâdık/sözünde doğru olan Nebi (sallallâhu aleyhi vesellem)’den bir şey/açıklama gelmedikçe bilâ keyf/nasılsız îmân etmek ve anlatılmak istenen ma’nâ hakkında susmaktır. Gelirse ona gidilir” dedi.

Umdetü’l-Kârî’de (3/623) şöyle denilmiştir: 

Şüphe yok ki, nüzûl /inmek cismin üstten alta intikâlidir ve Allah bundan münezzehdir. Nüzûl hakkında gelen rivâyetler Müteşâbihâttandırlar. Onlar(ın an-laşılması) husûsunda âlimler iki kısımdırlar:

Birincisi, Müfevvıda/(ne demek olduğunu Allah’a) bırakanlar. Onlara îmân eder, te’vîllerini Allah’a bırakırlar. Bununla beraber Allah’ı noksân sıfatlardan kesin olarak tenzîh ederler.

İkincisi de Müevvile(te’vîl edenler)’dir. Onları yerler(in)e göre lâyık oldukları şekilde te’vîl ederler. Bu sebeble onlar “Allah’ın iner” (hadîsin)in manasının “Allah’ın emri iner,” yahut “melekleri (iner)”, veya bunun istiâre olduğunu ve ma’nâsının duâ edenlere bolca lütûfta bulunmak ve duâlarını kabûl etmek v.b. demek olduğunu söylemekle te’vîl ettiler.

Hattâbî şöyle dedi: Bu hadîs sıfât hadislerindendir. Selef’in bunun/bu hadîsin hakkındaki mezhebi /gittikleri yol, ona îmân etmek, onu zâhirleri üzere icrâ etmek ve keyfiyeti/nasıl oluşu ondan nefyetmektir. Hiçbir şey O’nun gibi değildir. Ve O, hakkıyla işiten ve hakkıyla görendir.

Kadı Beydâvî şöyle demiştir: Kat’î olan aklî delîllerle O’nun cisim ol-mak ve bir mekânda bulunmaktan münezzeh olduğu sübût bulunca, O’na, “bir yerden daha aşağı bir yere intikal” ma’nâsında olan “nüzûl” imkânsız olur. O halde (Nüzûl ile) murâd edilen rahmetinin nûrudur

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.