Posts Tagged With: fethu’l-Bari

Vahhabilerin Feth’ul Bâri tercümesindeki inanilmaz tahrifati

Polen Yayınlarının (Selefi gecinen Vahhabi yayinevi) Feth-ul Bâri tercümesindeki tahrifatları bitmiyor!

14. cildin 459-460 sayfalarında (Tevhid Bölümü) “Yüce Allah’ın (c.c.) “Allah (c.c.) Her Şeyi İşiten ve Her Şeyi Görendir” Sözü” isimli baslığın açıklamasında/şerhinde söyle bir tercüme yapılmış

Öncelikle burada İmam Buhari’nin “Allah’ın her şeyi işiten ve gören olması” Onun ilim sahibi olması anlamındadır diyen Mutezile mensuplarına bir reddiye yaptığını belirtelim!

Açıklama:

“Yüce Allah’ın “Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir” sözü. “Ibni Battal söyle demiştir: “İmam Buhari’nin bu bölümden maksadı “Semî’un basîr” in manası, “âlim=çok bilen”dir diyenlere cevap ve reddiyedir. Ibni Battal söyle devam eder: Bu görüsü savunan kimsenin Allah’ı gökyüzünün yeşil olduğunu bilip, onu görmeyen körle ve insanların birtakım sesleri olduğu gibi bilip, bunu duymayan sağırla bir tutması gerekir. Şüphe yok ki işiten ve gören, kemal sıfatı açısından bunlardan birine sahipken, diğerinden mahrum olandan daha mükemmeldir.

Onun her şeyi işiten ve gören olması, çok bilen olmasına ilaveten daha fazla bir özellik ifade eder. Onun her şeyi işiten ve bilen olması, kulakla işitip, gözle görmesini gerektirir.Tıpkı alim olmasının ilimle biliyor olmasını gerektirdiği gibi. Onun her şeyi işiten ve gören olması ile kulak ve göz sahibi olması arasında hiçbir fark yoktur. Ibni Battal bu, kesin olarak ehl-i sünnetin benimsediği görüştür demiştir.“

Allah bu ümmeti sizin şerrinizden muhafaza etsin! Bu ümmetin arayış içindeki gençlerini Teşbih ve Tecsim sapıklığına sürüklemeniz, sizlere mahşer gününde tanık olarak yeter.

Alimlere attığınız iftiralar ise bu işin cabası!

Bikere burada Mutezile’ ye reddiyenin sebebi, onların Allah’ın Göz yada Kulak sahibi olmasını iddia etmelerinden dolayı değil, Görme ve İşitmesinin ilmi manasına geldiğini iddia etmelerindendir. Onun için tutup’ta bu meseleyi Kulak/Göz tartışmasına çekmenin bir anlamı yok! 

Orijinal Feth’ul Bâri’de (yani Arapça metinde) burada yazılanların hiçbiri geçmiyor. Orada gecen su:

“Onun her şeyi işiten ve duyan olması, Onun duyma (özelliği) ile her şeyi duyması, ve görme (özelliği) ile her şeyi görmesi manasındadır”

Yani Arapça metinde hiçbir yerde ne Kulak nede Göz kelimesi geçmekte, tam tersine hep“Sem=Duyma” ve “Basîr=İşitme” sözleri zikredilmekte.

Aslında bu mantığa göre, yukarıdaki misali’ de farklı tercüme etmeleri gerekirdi. Yani:

“Tıpkı alim olmasının ilimle biliyor olmasını gerektirdiği gibi.” degilde:

“Tıpkı alim olmasının BEYINLE biliyor olmasını gerektirdiği gibi.” Tövbe Hasa!

Simdi insan ister istemez soruyor bu mahalle müçtehitleri yetiştiren zevata: “Sizler hiçmi Allah’tan korkmuyorsunuz? Hiçmi bir hesap gününe inanmıyorsunuz? Allah’ı (c.c.) yaratılmışların vasıfları ve özellikleri ile nitelerken, ve insanların zihnine Rablerinin gerçek manada Göz, Kulak, El, Parmak, Baldır vs. gibi Organlara sahip olduğunu yerleştirirken, hiçimi korkmuyorsunuz? Bu nasıl bir hizmet anlayışıdır Allah aşkına?”

Tabiki daha bitmedi. Tahrifat devam ediyor, ve neresinden tutsak elimizde kalıyor!

“Onun her şeyi işiten ve gören olması ile kulak ve göz sahibi olması arasında hiçbir fark yoktur.”

Buda apacik bir iftiradan baska birsey degildir!

Orijinal metinde ise söyle geciyor:

“Onun her seyi isiten ve gören olmasi ile isitme ve görme sifatlarina sahip olmasi arasinda hicbir fark yoktur.” 

Göz ve Kulak, bir aractir/sebeptir. Allah (c.c.) ise, arac ve gereclere ihtiyaci olmayan Zât’dir. O’nu bu gibi yaratiklarin ihtiyac duydugu sebeplerden tenzih ederiz!

“Ibni Battal bu, kesin olarak ehl-i sünnetin benimsediği görüştür demiştir.“dedikleride, Ibni Battal bu son ve dogru aktardigimiz görüsü kast ederek Ehli Sünnetin görüsüdür demistir!”

Gelelim Imam Beyhakiye atilan iftiraya:

Kitapin devaminda (Feth’ul Bâri) söyle tercüme edilmis:

“Beyhaki, el-Esma ve’s-Sifat isimli eserinde söyle der: “es-Semi” kulagi olup, isitilme özelligi olan seyleri duyan, “el-Basir” görülebilen seyleri idrak ettigi bir göze sahip olan demektir. Bunlarin her ikisi Yüce Allah acisindan kendis zati ile kaim bir sifattir”

Asli ise söyledir:

“Beyhaki, el-Esma ve’s-Sifat isimli eserinde söyle der: “es-Semi” duyan olup, isitilme özelligi olan seyleri duyan, “el-Basir” görülebilen seyleri idrak eden demektir. Bunlarin her ikisi/hepsi Yüce Allah acisindan kendis zati ile kaim bir sifattir”

Devaminda söyle tercüme etmisler:

“Beyhaki bundan sonra  ebu Davud’un Müslimin şartini tasiyan güclü bir isnadla Ebu Yunustan naklettigi Ebu Hureyre hadisine yer verir.

Buna göre Ebu Hureyre Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem’in su ayeti okudugunu ifade etmistir: “Allah size mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasinda hükmettiginiz zaman adaletle hükmetenizi emreder. Allah size nekadar güzel ögütler veriyor. Süphesiz Allah her seyi isiten ve herseyi görendir.”

Ebu Hureyre bu ayeti okurken iki parmagini kullanmistir. Ebu Yunus, Ebu Hureyre bas parmagini kulagina sehadet parmagini gözünün üstüne koydu demistir. Beyhaki söyle der: O bu hareketiyle insandaki bulundugu yere isaret ederek Yüce Allah’in kulaginin ve gözünün var olduguna isaret etmek istemistir. Yine o, Allah’in kulaginin ve gözünün oldugunu vurgulamak istemis, bundan maksadin ilim ve bilgi olmadigina isaret etmek istemistir. Sayet böyle olsaydi, Ebu Hureyre kalbine isaret ederdi. Cünkü ilmin mahalli kalptir.”

Asli ise söyledir: 

“Beyhaki söyle der: O bu hareketiyle Yüce Allah’in Duyma ve Görme Sifatinin var olduguna isaret etmek istemiştir. Yine o, Allah’in duyan ve gören oldugunu vurgulamak istemiş, bundan maksadin ilim ve bilgi olmadigina isaret etmek istemistir. Sayet böyle olsaydi, Ebu Hureyre kalbine isaret ederdi. Cünkü ilmin mahalli kalptir.”

(bu mesele benim elimde bulunan Imam Beyhaki’nin El Esma ve’s-Sifat isimli kitabinin 209. cu sayfasinda anlatiliyor. Bu böyle degil diye iddia edenler zikrettigim kitap’in “Allah’in görme ve görülme sifatinin isbati” isimli basliga bakabilirler)

Son bir mesele daha, ki bu bölümü hic tercüme etmemisler (Orijinal Feth’de olmasina ragmen) ve ayni zamanda El Esma ve’s-Sifat’da olmasina ragmen:

“O (Ebu Hureyre) bununla Allah’in uzuvlari oldugunu kast etmemistir. Cünkü Allah (Subhane ve Teala) yaratiklarina benzemekten münezzehtir.”

Allah (c.c.) bu adamlari nasil biliyorsa öyle yapsin…

fethulbari1 fethulbari2

Categories: Tahrifler | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Mevlidi Nebi

İhya edilmesi için teşvik ettiğimiz Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in Mevlid gününü, bir kısım insanlar yanlış algılamaktadır. Kendi tutarsız tasavvurlarını gösteren, hem kendilerinin hem de okuyanların vakitlerini zayi eden gereksiz münakaşalarla dolu eserler kaleme almışlardır.

Mevlidi Nebi hakkında birçok şey yazdık, Mevlid’den ne anladığımıza dair birçok açık oturuma ve programa katıldık.

Daha önce de söylediklerimizi burada tekrar söyleyelim: “Mevlidi Nebi bir ibadet değildir, sadece bir gelenektir. Biz buna bu şekilde inanıyoruz. Herkes istediğini düşünsede, sadece inandığı şeyi ikrar eder. Her toplantıda ve her münasebetle söylüyoruz; Mevlid münasebetiyle toplanmak bir ibadet değil, bir gelenektir. Bunu açıkça ifade etmemize rağmen, hala birilerinin bu hadiseye itiraz edip inkâr etmesinin anlamı nedir?

Başımızda gerçek bir musibet varsa o da anlamamaktır. Bu yüzden İmam Şafii: “Ne zaman bir âlim ile tartıştıysam onu ikna etmiş, ne zaman bir cahille tartışsam o bana baskın çıkmıştır” demektedir.

Sıradan bir talebe dahi, adet ve ibadet arasındaki basit farkı bilir. Buna rağmen hala birisi çıkar ve: “bu bir ibadet olarak benimsenmiştir” derse, biz de ona “delilin nedir?” diye sorarız. Yok, eğer “bu bir adettir” diyecek olursa, biz de ona: “bu durumda istediğini yapmakta serbestsin” deriz. Zira asıl büyük tehlike ve hepimizin korktuğu bela, gayr-ı meşru bir bidati, hatta bir içtihadı bile birisinin ibadet olarak kabul etmesidir. Bu bizim asla razı olmadığımız, sakındırdığımız ve izalesi için mücadele ettiğimiz bir sorundur.

Evet, Mevlidi Nebi bir adet ve gelenektir. Ama insanlar büyük bir fazilet olarak dönen birçok faydalar içerir. Zira o günde yapılan her şey dinin asli hedefleri arasındadır.

Bu hususta bazı insanların zihinlerinde tutarsız bir anlayış oluşmuş. Bizler insanları, Mevlidi Nebi için diğer günlerde değil de sadece belli bir günde toplanmaları için davette bulunuyormuşuz.

Senenin her günü, her münasebetle, Mekke ve Medine’de Nebi ve onun doğumu için toplanan insanları görmezlikten gelen, sadece Mevlidi Nebi’nin olduğu gün toplanıldığını iddia eden bu saf adamlar ne demek istiyor diye sorası geliyor insanın. İnsanların bu toplantılarını bilenler bilir, bilmeyenler bilmez. Bizim Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’i sadece bir gece hatırlayıp senenin diğer günlerinde onu bırakıp gafil olduğumuzu düşünen varsa büyük bir iftira atmakta ve apaçık yalan söylemektedir. Mevlidi Nebi için Allah’ın lütfu ile her gün ve gece toplanılmaktadır. Bir gün ve gece geçmesin ki, bu hususta bir yerde meclis, başka bir yerde toplantı olmasın. Biz buradan sesleniyoruz. Böyle toplantıları sadece bir güne tahsis etmek, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’e büyük bir cefadır. Zaten insanlar bunu bildikleri için bu çağrıya bütün kalpleriyle her zaman iştirak etmektedirler.

Bizim bu toplantılarımızı sadece Medinei Münevvere’de yaptığımız iddia edenler, ya cahiller ya da kasten bilmezlikten gelmektedirler. Bizlerin bu toplantıları ne sadece Medine’ye, ne de belli bir ayın belli bir gününe tahsis etmediğimizi görebilmeleri için, Allah’tan cehalet perdelerini kaldırıp gözlerinin açılmasını istemekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur. Biz her zaman ve her mekânda bu toplantılar için her fırsatı değerlendiririz. Şairin dediği gibi:

Eğer gün ışığı bile delile muhtaç ise

O zihinde hiçbir şey kabul görmez

Netice olarak Mevlid gecesinde toplanmanın diğer günlerde toplanmaktan daha faziletli olduğunu iddia etmiyoruz. Zaten böyle bir iddia bid’attir. Zira Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in her zaman hatırlanmalı ve daima onunla kalpler dolmalıdır.

Evet, şimdi ile geçmiş arasında daha kolay bağ kurulabildiği için, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğduğu gün vesilesiyle toplanmaya daha fazla teşvik edildiğini görmekteyiz.

Biz şunun farkına varmalıyız ki; bu vesileyle insanların bir araya gelmesi, onları Allah’a davet edebilmek için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Bu gecede Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-‘in ahlakı, adabı, ibadetleri ve hayatını anlatmaları, onları hayra ve kurtuluşa teşvik etmeleri, bidatten şerden ve fitneden sakındırmaları, ulema ve davet ehline düşen bir vazifedir.

Biz Allah’ın lütfu ile buna çalışıyor ve bu hayra ortak olmaya çalışıyoruz. Biz insanlara, bir araya gelmelerinin asıl maksat olmadığını, bilakis toplanmamızın üstün bir gayeye götüren bir vesile olduğunu, bu fırsattan istifade etmemiş birisinin Mevlid gününün hayırlarından mahrum kalacağını anlatmaktayız.

Bu husustaki delilleri burada zikrederek sözü uzatmaya gerek yoktur. Bu meseleyi yeterince izah eden “Mevlidi Nebi kutlamaları çevresinde” adıyla müstakil bir eser hazırladık. Burada sadece üzerinde çok konuşulduğu için, Süveybe’nin adlı kölenin âzad edilmesine dair kıssayı aktaracağız.

Ebu Cehil’in kölesi Süveybe’yi âzad etmesi

Hadis ve siyer kitaplarımız Ebû Cehil’in, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğumunu haber verdiği için kölesi Süveybe’yi âzad ettiğini anlatmaktadırlar. Abbas bin Abdulmuttalib, ölümünden sonra Ebû Cehil’i rüyasında görmüş ve ona halinden sual etmiştir. O da şöyle cevap vermiştir: “Sizden sonra hiçbir iyilik görmedim. Ancak Süveybe’yi âzad etmem sebebi ile hayra nail oldum. Her pazartesi günü azabım hafifletilmekte.”

Bu hadiseyi, İmam Abdürrezzak es-Senani, İmam Buhari, Hafız İbni Hacer, Hafız İbni Kesir, Hafız Beyhaki, İbni Hişam, es-Süheyli, Hafız Begavi, Muhammed bin Ömer Buhruk el-Hadrami, el-Eşhar, el-Amiri gibi birçok hadis ve siyer uleması rivayet etmektedir. Tafsilatını ileride vereceğiz.

Bu rivayeti Abdürrezzak es-Senani “Musannef” adlı eserinde, Buhari’de “Sahih” adlı eserinde Urve bin Zübeyr’den mürsel sened ile nakletmektedir.

İbni Hacer bu hadis hakkında “Feth” adlı eserinde şunları söylemektedir:

“El-İsmaili, ez-Züheli’nin Ebi’l-Yeman’dan rivayet tarikiyle nakletmiştir. Abdürrezzak, Mamer’den nakletmiş ve şöyle demiştir: “Bu hadiste, salih amellerin ahirette kâfirlere de fayda vereceğine dair delil vardır. Fakat bu Kur’an’ın

وَقَدِمْنَا إِلَى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ   فَجَعَلْنَاهُ هَبَاء مَّنثُوراً

“(Dünyada hayır namına) yaptıkları her bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünkü iman olmaksızın hiç bir
işin değeri yoktur.)” (Furkan 23) ayeti kerimesinin zahirine muhaliftir. Bu ihtilaf şöyle giderilebilir: İlk olarak; hadisin Urve bin Zübeyr’den ‘mürsel’ olarak rivayet edildiği söylenmekte fakat kimin rivayet ettiği zikredilmemektedir. Diyelim ki hadis rivayeti gerçekten senedinde bir kopukluk olmadan ona ulaşmıştır, rivayette geçen sadece bir rüyadır ve rüyalar delil olarak kullanılamaz. Mümkündür ki Hz. Abbas bu rüyayı Müslüman olmadan önce görmüştür. Bu durumda görülen bir rüya ile bir meseleye delil getirilemez.” İkinci olarak; anlatılan kabul edilse bile, bu olayın Ebû Talib kıssasında olduğu gibi sadece Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’e mahsus bir hadise olduğu düşünülebilir. Bilindiği gibi Ebû Talib’in azabı hafifletilerek adeta engin dalgalar arasından sığ sulara nakledilmiştir. El-Beyhaki şöyle demektedir: “Ahirette kâfirlere hayır yapmanın bir faydasının olmaması demek, ateşten çıkıp cennete giremeyecekler anlamına gelir. Yoksa kâfirlikten başka işlemiş olduğu diğer cürümlerinden dolayı hak ettikleri azap, işledikleri hayır ameller sebebi ile hafifletilebilir.” Kadı İyaz, bu hususta şunları şöyler: “Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceği, yaptıkları karşılığında sevap kazanmayıp azaplarının hafifletilmeyeceğine dair icma vaki olmuştur. Kâfirler birbirleri arasında farklı derecede azaba maruz kalsalar da az azap görenlerin azaplarının hafifletildiği varsayılmaz.” Bize göre, Kadı İyaz’ın bu sözleri Beyhaki’nin dedikleri ile çelişmemektedir. Zira Kadı İyaz’ın dedikleri küfür cürümü ile alakalıdır. Ama küfrün dışında kalan günahlar dolayısıyla işlenen günahların hafifletilmesinde ne mani olabilir ki? Kurtubi: “Burada azabın hafifletilmesi sadece Ebû Cehil gibi hakkında nas varid olmuş kimseler için söylenebilir” demektedir. İbni’l-Müneyyir ise ‘el-Haşiye’ adlı eserinde şöyle demektedir: “Burada iki mesele vardır: Birincisi; kâfirin amellerine itibar edilip edilmemesidir ki bu söz konusu olamaz. Zira amellere itibar olunabilmesi ancak sahih bir niyet ile söz konusu olabilir. Bu niyet kâfir için söz konusu değildir. İkincisi; kâfirin bazı amellerinden dolayı Allah’ın fazlı ve ikramı -gerekli olduğu için değil- sebebiyle sevaba nail olması gibi bir durumun söz konusu olması lazımdır ki akıl bunu imkânsız görmemektedir. Bu söylediklerimizden Ebû Cehil’in Süveybe’yi âzad etmesinin Allah indinde itibar edilen bir amel olmadığı anlaşılmalıdır. Zira Allah’ın fazlı ve ikramı sebebi ile aynı Ebû Talib’e yaptığı gibi Ebû Cehil’e de ikram etmiş olması caizdir. Burada yapılması gereken olumlu ya da olumsuz herhangi bir hüküm vermemektir.” Netice olarak şunu söyleyebiliriz:  “Allah, fazl-u keremi ile ikramen, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’e iyiliği dokunan bir kâfirin azabını hafifletmiştir. Allah en doğrusunu bilir.”[1]

Hafız İbni Kesir “el-Bidaye ve’n-Nihaye” adlı eserinde bu hadisi rivayet etmiş ve şöyle demiştir:

“Süveybe, kardeşinin oğlu olan Muhammed bin Abdullah’ın doğum müjdesini verdiği zaman, onu hemen âzad etmişti. Bundan dolayı bu şekilde karşılık almıştır.”[2]

Hafız Begavi “Şerhü’s-Sünne” adlı eserinde bu hadisi rivayet etmiştir.[3]

Allame Muhammed bin Ömer el-Buhruk “Siret” adlı eserinde bu rivayeti naklettikten sonra şöyle demiştir:

“Ben diyorum ki burada azabın hafifletilmesi Ebû Talib’te olduğu gibi sadece Nebi –celle celâluhu-’in değer ve hürmetine binaendir. Yoksa Ebû Cehil’in onu âzad etmesi ile alakası yoktur. Zira Allah -celle celâluhu- şöyle buyurur:

وَحَبِطَ مَا صَنَعُواْ فِيهَا وَبَاطِلٌ مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Onların yaptıkları mahvolmuştur. Ettikleri ameller de boşa çıkmıştır” (Hud 16) [4]

İmam el-Amiri “Behcetü’l-Mehafil” adlı eserinde hadisi rivayet etmiştir. Bu eserin şarihi el-Eşhar şöyle demiştir:

“Bu olay Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in değer ve hürmetine binaendir. Tıpkı Ebû Talib’e yapıldığı gibi. Hayırlı amel işleyen herhangi bir kâfirin de azabının hafifletilmesi de mümkündür.”[5]

Es-Süheyli, İbni Hişam’ın  “es-Siyerü’n-Nebevîyye” adlı eserine yazdığı “Revdü’l-Enf” adlı şerhinde rivayeti naklettikten sonra şöyle söylemektedir:

“Köleyi âzad etmesi cehennemde ona fayda vermiştir. Nasıl ki, kardeşi Ebû Talib’in Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’i müdafaa etmesi ona fayda vermişse. Ebû Talib şimdi cehennemliklerin en az azaba maruz kalanıdır. Burada faydalanma derken sadece azabın hafifletilmesini kastetmekteyiz. Zira kafirlerin hiçbir amelinin işe yaramadığı, mizanda değeri olmadığı ve bunlar sayesinde cennete giremeyecekleri hususunda kimsenin ihtilafı yoktur.”[6]
Bu kıssa hadis ve siyer kitaplarında muteber hadis hafızlarının naklettiği bir rivayettir. Güvenilirliği hususunda ittifak edilmiş olan Buhari’nin “Sahih” adlı eserinde bunu zikretmiş olması hadisin sağlamlığını anlamak için yeterlidir. Hadis edebiyatı ile meşgul olan herkesin bileceği üzere “Sahihi Buhari”de yapılan ‘müsned’ rivayetler ihtilafsız sahih kabul edilirler. “Sahihi Buhari” de geçen ‘Muallâk’ ve ‘Mürsel’ rivayetlerin hükümlerini bilenler de ’Muallâk’ ve ‘Mürsel’ rivayetlerin ‘Makbul’ derecesinde olup ‘Merdut’ seviyesinde kabul edilmeyeceklerini bilir.

İsteyen, Suyuti’nin ve Iraki’nin “Elfiye” adlı eser ve şerhlerine, “Tedrivü’r-Ravi” adlı esere bakabilir. Onlar, Buhari’nin “Sahih” adlı eserinde geçen ‘Mürsel’ ve ‘Muallâk’ rivayetlerin değerinin ne olduğuna değinmişlerdir. Bu rivayetler muhakkık ulemaya göre makbul kabul edilmektedirler.

Üstelik bu kıssa bir menkıbe olup, fezaili amal kabilinden bir rivayettir. Ulema, bu tarz kıssalarda ıstılahi anlamındaki ‘sahih’ olmayan rivayetleri dahi, ‘peygamberimizin özellikleri’ ve ‘siyer’ kitaplarında nakletmekte bir beis görmemişlerdir. Bu sahih rivayetlerde aranan istisnai şartları, bu kabil rivayetlerde arayacak olsak, peygamberliğinden öncesi ya da sonrasına dair, Nebi –sallallahu aleyhi ve sellem-’in hayatı hakkında hiçbir şey nakletmemiz mümkün olmazdı. Hâlbuki sözüne ve alanındaki maharetine güvenilen nice hadis hafızları, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in hasletleri ile alakalı, kimisinin zikri bile caiz olmayacak derecede ‘zayıf’ olan ‘Maktu’ ve ‘Mürsel’ birçok rivayetler hatta kâhinlerden alınan haberlerle kitaplarını doldurmuşlardır. Çünkü bunları bu mahalde zikretmek caiz görülmüştür.

Süveybe kıssasına dair bu rivayet,

وَقَدِمْنَا إِلَى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ   فَجَعَلْنَاهُ هَبَاء مَّنثُوراً

“(Dünyada hayır namına) yaptıkları her bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünkü iman olmaksızın hiç bir
işin değeri yoktur.)” (Furkan 23) ayeti kerimesiyle çelişir diyenlerin iddiaları, ulemanın geride naklettiğimiz mütalaaları ile geçerliliğini yitirmiştir.

Ayeti kerimede kastedilen mana ise kâfirlerin amellerine bakılmayacağıdır. Hepsi aynı azabı görecek anlamında değildir. Âlimlerin de kabul ettiği üzere bazılarından azap hiç hafifletilmeyecektir. Kadı İyaz’ın zikrettiği icma da bu şekilde anlaşılmalıdır. Zira bu hüküm kâfirlerin geneli için söylenmiştir. Yoksa Allah hiçbir kâfirin işlediği ameller yüzünden azaplarının hafifletilmeyeceğini söylememiştir. Zaten bu yüzden Allah cehennemi derece derece yapmış ve münafıkları en alt tabakaya koymuştur. Zaten iddia edilen anlamda bir icma olsaydı bile, sahih bir nassa muhalif olduğu için makbul olmayacaktı. Zira Sahihi Buhari’de geçtiğine göre, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’e: “Ebû Talib seni çok gözetti ve müdafaa etti, senin ona bir faydan dokundu mu?” diye soran bir kimseye,

 وجدته في غمرات من النار فأخرجته إلى ضحضاح منها

“Onu derin ateş çukurlarında buldum ve en sığ bölgesine çıkarttım” diye cevap vermişlerdir.

Görüldüğü gibi Ebû Talib’in Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in müdafaa etmesi, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in onu ateşin derinliklerinden sığ bölgelere çıkarmasına sebep olmuştur. Ebû Leheb’in de aynı şekilde azabının hafifletilmiş olmasını inkâr edecek bir sebep yoktur. Ayeti kerime, hakkında azabın hafifletilmesini gerektirecek bir amel işlememiş kimseler hakkındadır. İcma da bu şekilde terettüp etmiştir.

Evet, Ebû Talib ile alakalı hadisi şerif bir şeye delalet etmektedir. Ama bu, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şu anda ve kıyamet gününden önce ahiret işlerinde tasarruf sahibi olduğuna, kendisiyle alakası olup müdafaa eden herkese şefaat edeceği anlamına gelmez.

Bu bir rüyadır ve bununla bir hüküm sabit olmaz diyen kimseler –Allah onları doğru yola ulaştırsın- maalesef, şer’i ahkâm olan ve olmayan şeyleri birbirlerinden ayıramamaktadırlar. Evet, ahkâm-ı şer’iyye ile alakalı olduğu zaman, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in rüyada görmek sebebiyle rivayetlerin tashih etmek, bu rüyalardan hükümler çıkarmak, fukaha arasında ihtilaflı bir meseledir. Ama ahkâm dışında kalan yerlerde rüyaya itimad etmekte ise, hadis hafızlarının çokça yaptığı gibi bir beis yoktur.

Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in gönderilmesinden önce, cahiliye ehli, onun zuhurunu haber veren rüyalar görmüşlerdir. Hem de bu rüyayı görenler, yapa geldikleri şirk ve fesat üzerine ölmüşlerdir. Sünnet kitapları bu gibi rivayetlerle doludur.

“Delailü’n-Nübüvve” adlı eserin mukaddimesinde bu tarz rüyaların, irhasat (peygamberlikten önce sadır olan mucizeler) kabilinden olup delil kabul edilmesinin caiz olduğu zikredilmiştir. Hz. Abbas’ın rüyası ile delil getirilmesi sahih değildir iddiası, hafız hadis imamlarının yapa geldiklerinin dışına çıkmaktır. Bu iddia sahipleri kasıtlı olarak meseleyi abartarak karşı tarafı korkutmak istemektedirler. Bu tavır, hakikat peşinde olduğunu iddia eden bir kimsenin tavrı değildir. Her şey Allah’ın tasarrufundadır.

“Rüyayı gören ve nakleden Abbas -radıyallâhu anh-, o esnada kâfir idi. Kâfirlerin ise şahitliği ve rivayetleri kabul edilmez” iddiası ise hepten batıl olup, ilmiliğin kokusunu bile taşımamaktadır. Zira rüya nakletmek şahitlik yapmak değildir. O sadece bir ilahi müjdedir ki orada din ve iman şartı aranmaz. Allah Kur’an’da, herhangi semavi bir dine inanmamış putperest kralın rüyasını tabir eden Yusuf -aleyhisselâm-’ın mucizesinin nakleder. Buna rağmen Allah, o kralın gördüğü rüyayı, Yusuf -aleyhisselâm-’ın peygamberliğine ve faziletine işaret saymış ve Yusuf kıssasında bunu zikretmiştir. Putperest kralın bu rüyası herhangi bir şeye delalet etmeseydi Allah elbette ki onu Kuran’da zikretmezdi.

Âlimler bu yüzden, hakikati göstermek ve hayrete düşürmek için, Allah’ın kâfire dahi rüyada görülebileceğini söylemişlerdir.

“Rüyayı gören ve nakleden Abbas -radıyallâhu anh-, o esnada kâfir idi. Kâfirlerin ise şahitliği ve rivayetleri kabul edilmez” sözlerinin sahibi, hadis ilminden hiç bir şey bilmediği anlaşılmaktadır. Zira hadis ilminde sabit olan bir şey vardır ki sahabe olsun ya da olmasın bir ravi kâfirken bir hadisi bellemiş ama onu İslam’a girdikten sonra rivayet etmişse, o rivayet alınır ve amel edilir.

Bu sözlerin sahibinin hadis ilminden ne kadar uzak olduğunu anlamak için her hangi bir usulu hadis kitabına alıp bakmak yeterli olacaktır. Heva, işte böyle insanı beceremediği işlerin altına girmeye zorlar.

[1] İbni Hacer, “Fethu’l-Bari” 9/145
[2] İbni Kesir, “el-Bidaye ven’n-Nihaye” 2/273
[3] Begavi, “Şerhü’s-Sünne” 5/60
[4] El-Buhruk “Hedaiku’l-Envar” 1/134
[5] El-Eşhar, “Şerhü Behceti’l-Mehafil” 1/41
[6] Es-Süheyli, “er-Revdu’l-Enf”

Kaynak: Seyyid Alevi el Maliki, Mefahim

Categories: Mevlid | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Hâfiz Ibnu Hacar El-Askalânî : « Namazda dua yenilestirmek caiz’dir..!!


Hâfiz Ibnu Hacar El-Askalânî : « Namazda dua yenilestirmek caiz’dir eger (sünnette getirilen dualari) inkâr etmiyorsa »

Sahih El-Buhârî’nin serhi olan « Fethu’l-Beri » (cilt 2. Sayfa 287) kitabinda :

Bir adam’in resulullâh’in arkasinda namaz kildigi halde bir dua yenilestirdigi rivayet edilen hadîsin serhinde Imâm Ibnu Hacar söyle diyor :

« Bu hadis, namazda sünnette rivâyet edilen dualari inkar etmeyen baska dua yenilesmek caiz olduguna dair bir delil olarak aldik »

Categories: Bid'at kavramı | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yahudîler, Hıristiyanlar, Mecûsîler ve Vehhabîler Allahü teâlâyı Biliyorlar mı?

İmam Nevevî rahimehullah Müslim Şerhinde diyor ki:

قوله صلى الله عليه و سلم ( فليكن أول ما تدعوهم إليه عبادة الله فإذا عرفوا الله فأخبرهم إلى آخره ) قال القاضي عياض رحمه الله هذا يدل على أنهم ليسوا بعارفين الله تعالى وهو مذهب حذاق المتكلمين في اليهود والنصارى أنهم غير عارفين الله تعالى وان كانوا يعبدونه ويظهرون معرفته لدلالة السمع عندهم على هذا وان كان العقل لا يمنع أن يعرف الله تعالى من كذب رسولا قال القاضي عياض رحمه الله ما عرف الله تعالى من شبهه وجسمه من اليهود أو اجاز عليه البداء أو أضاف إليه الولد منهم أو أضاف إليه الصاحبة والولد وأجاز الحلول عليه والانتقال والامتزاج من النصارى أو وصفه مما لا يليق به أو أضاف إليه الشريك والمعاند في خلقه من المجوس والثنوية فمعبودهم الذى عبدوه ليس هو الله وان سموه به اذ ليس موصوفا بصفات الاله الواجبة له فاذن ما عرفوا الله سبحانه فتحقق هذه النكتة واعتمد عليها وقد رأيت معناها لمتقدمى أشياخنا وبها قطع الكلام ابوعمران الفارسى بين عامة اهل القيروان عند تنازعهم في هذه المسألة هذا آخر كلام القاضي رحمه الله تعالى. (المنهاج شرح صحيح مسلم بن الحجاج , النووي , دار إحياء التراث العربي , 1392, 1 / 199-200)

Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca, İmam Nevevî’nin açıklamasını şöyle aktarmış [köşeli parantez içindeki açıklamalar bu fakire aittir]:

Bu hususta Kaadi lyâz şunları söyler:

“Peygamber (S.A.V.) in Hz. Muaz’a, evvela yemenlileri Allah’ı tevhîd ve Muhammed (S.A.V.)’in peygamberliğini tasdike da’vet etmesini emir buyurması, onların Allah Teâlâ’yı bilmediklerine delildir”

Yahudilerle hıristiyanlar hakkında hâzik kelâm ulemasının mezhebi de budur. Yahudilerle hıristiyanlar her ne kadar ibadet ederek ellerindeki sem’i deliller icâbı Allah’ı bildiklerini göstermek isterlerse de onlar hakikatta Allah’ı bilmezler.

Gerçi akıl, bir peygamberi tanımayan kimsenin Allah Teâlâ’yı bilmesini mümteni’ saymaz ama böylesi hakkında Kaadi Iyaz şöyle der:

«Allah’ı mahlûkatına benzeten ve onu cisimleştiren yahudilerle ona çocuk veya zevce izafe eyleyen yahud ona hululü [mahlûkatın içinde bulunmak], intikali [bir yerden başka yere hareket etmek] ve imtizacı [mahlûkat ile karışmak] caiz gören Hıristiyanlar; Keza Allah’ı, lâyık olmadığı sıfatlarla vasıflandıran veya ona şerik izafe eden ve mahlûkaatı hakkında muarız davranan [yaratma hususunda kendisine muarız/rakib atfeden] mecûsilerle seneviyye fırkaları Allah’ı bilmemişlerdir. Binaenaleyh onlar kendisine ibâdet ettikleri mabutları için «Allah» da deseler Allah o değildir. Çünkü o vacibu i-vücûd olan Allah’ın sîfatlariyle mevsuf değildir. Şu halde yahudilerle Hıristiyanlar Allahu Azîmüşşânı bilmiyorlar demektir…»

Kaynak: Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınevi, İst. 1977, c.1, s.175.

Hâfız İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu’l-Bari eserinde diyor ki:

قال حذاق المتكلمين ما عرف الله من شبهه بخلقه أو أضاف إليه اليد أو أضاف إليه الولد فمعبودهم الذي عبدوه ليس هو الله وإن سموه به

Uzman/önde gelen kelâm âlimleri dediler ki: Allahü teâlâyı mahlukatına benzeten, veya O’na [uzuv veya parça ma’nâsında] el veya çocuk atfeden kişinin tapdığı Allahü teâlâ değildir; ona “Allah” dese bile.

Kaynak: Fethu’l-Bari, 359/3, Dar al-Ma’rifa, Beyrut.

İmam-ı Gazalî rahime-hullahü teâlâ diyor ki:

Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı ile kâfir olur. Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlık, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı, kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.

Kaynak: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , ,

“Tevessül Mes’elesinde Söylenen Asılsız Sözlerin İptâli” (3)

“Mahku’t-Tekavvul fî Meseleti’t-Tevessül”

-ÜÇÜNCÜ BÖLÜM-

Allâme Seyyid Şerîf el-Cürcânî, el-Metâli’ üzerine yazdığı Hâşiye’sinin başlarında, bu kitâbı şerhedenin[23] kitâbının[24] başlarında,[25] Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âline salât etmenin yönünü (ve îzâhını) ve feyz elde etmekde onlarla tevessül etmeye olan ihtiyâcın şeklini açıklarken şöyle dedi:
“Eğer, ‘Bu tevessül, ancak rûhlar bedenlere bağlı olduklarında tasavvur edilebilir, onlardan ayrıldıklarında ise düşünülemez; zîrâ (öldükten sonra) artık münâsebeti gerektiren hiçbir şey yoktur’ dense, (şöyle) deriz: Onlar, (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âli’nin rûhları dünyadayken) yüksek bir himmetle, gayretle yönlerini, nâkıs nefisleri kâmil hâle getirmeye çeviren kimseler olarak bedenlere bağlıydılar. Şübhe yoktur ki, bunun eseri onlarda durmaktadır. İşte bu yüzden, kabirlerini ziyâret etmek, birçok nûrların onlardan ziyâretçilere akmasını hazırlayan(bir sebeb)dir. Nitekim gönül gözü görenler bunu müşâhede etmektedirler.”[26] (Cürcânî’nin Sözü Bitti.)

Böylece bu mes’elede Kitâb, Sünnet, kuşaktan kuşağa intikâl ede gelen amel ve akâid imâmlarının sözleri birbirine uymuş oldu. Bundan sonra kim inâd ederse artık o, yoldan kaymış bir kimsedir.
Şimdi Allah’ın izni ile kısaca getirdiğimiz delîlleri etrâflıca ortaya koymak içün -bu husûstaki âyetlere işâret ettikten sonra- mevzû’ hakkında rivâyet edilen hâdîsler ve eserlerden bahsedeceğim.

Diyorum ki; Önceden, Allah teâlâ’nın ‘Ey îmân edenler, O’na (Allah’a ulaşmaya) vesîleyi arayın”[27] sözünü, onunla, zâtlarla ve amellerle tevessül etmenin Şer’an istenen bir şey olduğuna delîl getirmek içün okuduk. Çünki, tevessül etmek onu da bunu da (amellerle ve şahıslarla tevessül etmenin her ikisini de) içine alır.
Bu âyetin, şahıslarla da tevessül etmeyi içine aldığını söylemek, ne sırf rey iledir, ne de lügatın umûmu/genelliği iledir.[28]

Aksine bu, İbnu Abdi’l-Berr’in el-İstîâb’ındaki Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’dan yaptığı bir rivâyette vardır: Hz. Ömer radıyellâhu anhu, Hz. Abbas radıyellâhu anhu ile istiska ettikten ve kendilerine yağmur yağdırıldıktan sonra şöyle demişti: ‘Vallâhi bu Allah azze ve celle’ye (varmak içün aranan ve tutulan) bir vesîledir ve O’nun katından bir rütbedir.’[29]

Fethu’l-Bârî’de [30] bulunduğuna göre, Zübeyr İbnu Bekkâr’ın el-Ensâb’ında geçen, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun ‘O’nu -yani Abbâs’ı- Allah(celle celâluhû’y)a vesîle edininiz’ sözünü de buna ekleyebilirsiniz.

Bu sözden, ondan duâ isteyiniz ma’nâsı düşünülemez. Zîrâ Hz. Ömer radıyellâhu anhu ondan duâ istemiş, O da duâ etmek içün öne geçmişti. Mü’minlerin Emîri’nin O’ndan duâ istemesi, O’nun da Ömer’in isteğini yerine getirerek duâ içün öne geçmesinden sonra, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun bu sözü ancak, O’nunla Allah celle celâluhû’ya tevessül ediniz [31] ma’nâsında olur. Nitekim Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun kendisi de öyle yaptı. Lâkin nefsin arzusu (kişiyi) kör ve sağır yapar.

Fethu’l-Bârî’de şöyle denilmektedir:
“Ömer radıyellâhu anhu’nun ‘Abbâs’la tevessül ettikleri’ne dâir olan sözünde, onların, Ömer radı-yellâhu anhu’dan, kendileri için Abbâs radıyellâhu anhu’dan yağmur duâsı yapmasını istemeleri ma’nâsının bulunduğunu göstermez. Zîrâ iki hâlde de (bu sözde) Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den şefâat dileyenler olarak, Allah celle celâlühû’dan yağmur istemeleri ihtimâli vardır.
İbnu Rüşeyd şöyle demiştir: (İmâm Buhârî), insanların ‘imâmdan yağmur duâsı yapmasını istemeleri bâbı’ başlığıyla, evlâ yolla delîl getirmeyi murâd etmiştir. Çünki onlar, O’nunla Allah celle celâluhû’dan istiyorlar, Allah celle celâluhû da onlara yağmur yağdırıyorsa, (Allah celle celâluhû’dan) istemek içün O’nu öne geçirmeleri daha münâsibdir.” (Fethu’l-Bârî’den Nakil Bitti.)

İki hadîs Hâfızı İbnu Hacer ve İbnu Rüşeyd’in şu sözleri, ‘Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek demek, O’ndan duâ istemektir’ diyerek vehimlere dalanların vehimleri(nin asılsız oldukları) hakkında hükmünü vermektedir. Tevessül ile duânın ne alâkası vardır?!.. Evet, bazen vesîle edinilen kimse, tevessül eden için duâ da eder. Ancak bu, tevessülün ne lügat olarak, ne de Şer’an gösterdiği bir ma’nâ değildir.[32]

Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek içün ‘Hâlbuki onlar (Yehûdîler), kâfirlere karşı, (O’nunla Allah’dan yardım ve) fetih istiyorlardı’[33] âyeti ile de istînâs edilebilir/yalnızlık giderilebilir.[34]

Rivâyet tefsîrcilerinden Beğâvî ve diğerleri (İbnu Ebî Hâtim, İbnu Cerîr, Kurtubî ve Âlûsî) bu âyet-i celîlenin tefsîrinde, şu rivâyeti getiriyorlar:
“Yehûdîler’e bir musîbet geldiği, bir düşman ansızın saldırdığı zaman, ‘Ey Allah’ım! Onlara karşı âhir zamanda gönderilecek olan, sıfatını Tevrât’ta bulmakta olduğumuz Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile (O’nun hâtırına) bize yardım et’ diye duâ ederler ve yardım görürlerdi.”[35]
Bu husûstaki rivâyetler derli toplu olarak (Hafız) Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’unda zikredilmektedir.[36]
“Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde, sana gelseler ve Allah celle celâlühû’dan mağfiret isteseler ve Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem de onlar için mağfiret dilese, elbette Allah celle celâlühû’yu tevbeleri çok fazla kabûl edici ve çok ziyâde merhâmet edici olarak bulurlardı”[37]
Mutlak’ı mutlaklığı üzere bırakmak [38] (kâidesi) Ehl-i Hakk(olan Ehl-i Sünnet)’in ittifak ettiği husûslardandır. Sınırlandırmak da ancak bir delîl ile olur. Hâlbuki burada âyeti sınırlandırıcı hiçbir delîl yoktur. Aksine, mezheblerin fakîhleri -Hanbelîlere varıncaya kadar- bu âyetin ölümden sonrasını da içine aldığı görüşündedirler. }َنوُّلَصُي ْمِهِروُبُق ىِف ٌءاَيْحَأ ُءاَيِبْنَْأ لَا{ /‘Nebîler kabirlerinde diridirler; namaz kılarlar.’[39]
Hanbelîlere göre Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret vaktindeki tevessül kalıbını, İbnu’l-Kayyim’in Nûniyye’sine (Takıyyuddîn es-Sübkî tarafından) yapılan (es-Seyfu’s-sakîl isimli) reddiyenin Tekmîle’sinde [40] Hanbelî âlimlerinin öncekilerinden Ebu’l-Vefâ İbnu Ukayl’in et-Tezkire isimli kitâbından naklederek anlatmıştık. Onda tevessül ve bu (yukarıda zikretmiş olduğumuz Nisâ:64.) âyet geçmektedir.
Utbî’nin haberi [41] bir kalem çekmekle reddedilecek rivâyetlerden değildir.

MAKALE: Muhammed Zâhid el-Kevserî (Rahimehullah)
……………………………………………………….
DİPNOTLAR:
[23] Kudbuddîn er-Râzî
[24] Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr
[25] Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr: Bir baskısında (5), başka bir baskısında (6-7) Kudbuddîn er-Râzî, bu eserinde hem tevessül’ü hem de isti’âne’yi zikredip müdâfaa ediyor.
[26] Seyyid Alâ Şerhi’l-Metâli’: Bir baskısında (17), başka bir baskısında (19)
Yukarıdaki üç büyük İmâm, Râzî, Teftâzânî ve Cürcânî’den aktarılan ifâdeler, İmâm Kevserî’nin Makâlât’ından (382) hareketle asıl me’hazlara/kaynaklara varılmıştır. Onun verdiği me’hazların kimileri yazma, kimileri de eski baskı olduğu ve kimi yerleri rakamla vermediği için me’hazları zamânımızda basılan kitâblardan gösterdik.
Burada ayrıca istedik ki, şu büyük imâmlara i’tirâz edebilecek ‘tevhîdçiler’e (!) -onlara göre- ‘tevhîd imâmlarından’(!) biri, hattâ ikincisi olan İbnu’l-Kayyim’den de bir hediyye takdîm edelim:
İbnu’l-Kayyim, şöyle diyor: “Bedenin esîrliğinden, bağlarından ve engellerinden kurtulan rûhun, zelîl bedenin bağlarında ve engellerinde hapsolunan rûhta olmayan, tasarruf, güç, nüfuz, himmet, hızla Mevlâ’ya yükselmek ve Allah’la alâkası vardır. Bedeninde mahbûs iken (rü’yâdayken) bu olursa, ya ondan sıyrılıp ayrılınca, güçleri kendinde bir araya toplanınca ve de (bedene girmeden evvel rûhlar âlemindeki) ilk vaziyetinde de yüce, pak, büyük ve yüksek himmet sâhibi olunca nasıl olur? İşte bu rûhların bedenden ayrılınca başka bir hâli, başka bir işi vardır. Rûhların, bedenlerindeyken benzerlerine güç yetiremeyecekleri şeyleri ölümlerinden sonra yaptıklarına dâir insanoğlunun çeşitli sınıflarında görülen rü’yâlar tevatür edegelmiştir. Bir, iki, az bir sayı ve benzeri ile çok sayıda askerleri bozguna uğratmak gibi… Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ebûbekir ve Ömer radıyellahu anhumâ, nice kez rü’yâda görülmüştür ki, rûhları küfür ve zulüm ordularını hezîmete uğratmışlardır. Bir de bakılmıştır ki, küfür orduları -sayılarının çokluğuna ve mü’minlerin zayıflığına ve azlığına rağmen- mağlub olmuşlar ve kırılmışlardır.” (İbnu’l-Kayyim, er-Rûh:237)
[27] Mâide: 35
[28] Ma’lûmdur ki, vesîle kendisiyle başka bir şeye yaklaşılacak her bir (gayr-ı meşrû’ olmayan) şey, vâsıta; tevessül de bu vâsıtayı elde etmek ve ona tutunmak idi. Bu, sâdece lügatın umûmu/geneli ile olsaydı, yine de istidlâle/delîl getirmeye yeterdi; ma’nâyı, delâletiyle gösteren bir delîl olurdu ki bu delîl getirmede üçüncü mertebede bir kuvvete sâhibdir..
[29] [İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (2/519)], Kevserî, Makâlât (379)
[30] [İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (2/398-399)], Kevserî, Makâlât (Aynı sahîfe)
[31] Yani, Allah celle celâluhû’ya; ‘bu zâtın hâtırı için, bu ihtiyâcımızı yerine getir,’ diye yalvarınız, demek olur.
[32] Yani, duâ etmek ne lügatın ne de Şerîat’ın tevessüle yüklediği ma’nâ değildir.
[33] Bakara: 89
[34] Tek başına delîl olarak kebûl edilmese bile, diğer delîllerin yanında onları takviyeye yarayabilir.
[35] İbnu Ebî Hâtim (1/171), İbnu Cerîr (2/333-336), Beğâvî (1/93), Kurtubî (2/21), Rûhu’l-Meânî (1/320)
[36] Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr (1/215-217) Dâru’l-Fikir,1414
[37] Nisâ: 64âyetini ölümden öncesi ile sınırlandırmak, hevâ îcâbı olan, hiçbir delîl bulunmaksızın yapılan bir sınırlandırmadır.
[38] Bir sınırlandırma getirmeden genel ve her bir şeyi içine alabilecek bir ifâde ile söylenilen söz.
[39] Ebû Ya’lâ (6/147), Temmâm (1/33,H:58), İbnu Asâkir (13/326), Deylemî (1/119), İbnu Adiyy (2/327, Tercüme:460, el-Hasen İbnu Kuteybe el-Medâinî), İbnu Adiyy, ‘onda bir beis olmadığını umuyorum’ dedi.
İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî’de, ‘Bunu Beyhakî, Hayâtü’l-Enbiyâ fî Kubûrihim isimli kitabında rivâyet etmiş ve sahîh bulmuştur’ dedi. (7/160-161), Dâru’l-Fikir,1411
İbnu Hacer aynı yerde bunun Bezzâr tarafından da rivâyet edildiğini, ayrıca Beyhakî tarafından başka bir lafızla da rivâyet edildiğini ama senedinde hıfzı kötü olan bir râvî bulunduğunu, Müslim rivâyetinde Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in Mûsâ alehisselâmı kabrinde namaz kılarken gördüğünün, yine Müslim rivâyetinde ‘Îsâ ve İbrâhîm aleyhimesselâm efendilerimizi de namaz kılarken gördüğünün bulunduğunu söylemektedir. Münâvî, ‘bunu Ebû Ya’lâ, Enes İbnu Mâlik’den rivâyet etmiştir ki sahîh bir hadîsdir’ dedi.
[40] Kevserî tarafından yazılan Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim nâmındaki eserde.
[41] İmâm Hâfız Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nü’mân el-Mezâlî el Merrâküşî (607- 683) şöyle diyor: Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyellâhu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi:
Söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allah’tan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler, hemen Allahtan af isteseler ve onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen, bağışlandın diye ses geldi. [Mısbâhu’z-Zalâm (21) Ayrıca benzeri bir lâfızlarla: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân [3/495, (4187), İmâm İbnu Kesîr, Tefsîr (2/306), İmâm Kurtubî, Tefsîr (5/265), İmâm Nesefî, Tefsîr (1/234), İmâm İbnu Kudâme, el-Muğnî (3/557), İmâm İzz İbnu Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik (3/1383), İmâm İbnu’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin (2/301), İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd (12/380), İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (4/1361), İmâm Ebu’l-Yümn İbnu Asâkir, İthâfu’z-Zâir (68-69), İmâm İbnu’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne (224), İmâm İbnu Hacer el-Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr (55)], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip neşreden kişi. (Aynı sahîfe)]
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nu’mân el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhammed İbnu Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti: Medîneye girdim ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir duâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallellâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, ‘şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı’ buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yapmaya geldim. O da (Allah’ın, şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:
-Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!.. / Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin.
-Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/Sıratta, kaydığı zamanda ayaklar.
-Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem.
Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah.
Muhammed İbnu Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: ‘Ey Utbî!.. Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu bağışladığını müjdele.’ ”
Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî bu haberin kaynaklarını veriyor: İmâm Nevevî, (El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/276) Ebû’l-Vefâ İbnu Ukayl, İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kurani’l-Azîm (1/520-521), Ebû Muhammed İbnu Kudâme, (El-Muğnî, 3:556), Ebû’l-Ferec İbnu Kudâme, (Şerh-i Kebîr, 3: 495),Mensûr İbnu Yûnus, (Keşşafu’l-Kınâ, 5:30), İmâm Kurtubî (El-Câmi’, 5:265). İmâm Nevevi, (El-Mecmû’, 8:274) İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir 

Categories: Tevessül, Tevessül-Teberruk-Istiğase-Himmet | Etiketler: , , , , , , , ,

O -sallallahu aleyhi ve sellem-’nun teriyle teberrük!!

Sümame, Enes -radıyallâhu anh-’den rivayet etmiştir: “Ümmü Süleym, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e bir deri döşek serer o da onun üzerinde kaylule uykusu yapardı. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- uyuduğu zaman Ümmü Süleym onun terini ve saçlarını toplar ve bir kaba doldurarak onları elindeki kokularla karıştırırdı. Enes bin Malik vefatı yaklaştığı sıralarda, benden naşına bu kokudan sürmesini istemişti. Dediği gibi yaptık.
[Buhari “İstizan kitabı” “onun yanlarında kaylüle yaptığı kişiler babı”]

Müslim’deki rivayette şöyle gelmiştir: “Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- bize gelmiş ve kaylule uykusuna yatmıştı. Uyurken terlemişti. Bunun üzerine Ümmü Süleym gelerek onun terini sıyırmaya ve bir kaba doldurmaya başlamıştı. Bu esnada nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- uyanmış ve:
يا أم سليم ما هذا الذي تصنعين؟
“Ne yapıyorsun ey Ümm-ü Süleym?” diye sormuş. O da: “Terini elimizdeki kokularla karıştırıyorum. Terin bütün kokulardan daha güzel kokuyor” diye karşılık vermişti..
İshak bin Ebu Talha’dan gelen rivayette şöyledir: “O -sallallahu aleyhi ve sellem- uyurken terlemiş ve teri yatağın üstündeki bir deri parçasının üzerinde birikmişti. Ümmü Süleym, o teri bir beze emdirerek bir kabın içine sıkıyordu. Allah Resulü o sırada uyanıp:
ما تصنعين؟
“Ne yapıyorsun?” diye sorunca o da: “Çocuklarımız için bereketini umuyoruz” diye cevaplamış, bunun üzerine Allah resulü:
أصبت
“İsabetli davrandın” diye karşılıkta bulunmuşlardır.”
Ebû Kalabe rivayetinde: “Ümmü Süleym terleri topluyor ve koku kabına koyuyordu.
ما هذا؟
“Bu nedir” diye soran Allah Resulü’ne Ümmü Süleym: “Terinizi elimizdeki kokularla karıştırıyoruz” diye cevap vermişti.”

Bu rivayetlerden Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in Ümmü Süleym’in yaptığı işi fark ettiğini ve tasvip ettiğini anlamaktayız Ümmü Süleym’in “güzel koktuğu için” ya da “bereket için terini topluyorum” demesi arasında bir çelişki yoktur. Bilakis her ikisi için de bu işi yaptığına kabul etmek en doğrusudur.”
[İbni Hacer “Fethu’l-Bari” 11/2]

[Mefahim]

Categories: Teberrük, Tevessül-Teberruk-Istiğase-Himmet | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.