Istiva/Itikat

İmam-ı Malik’in İstiva Hakkındaki Sözünün Tahlili

 

Özet

Cisimleri şekillendiren, hallerine bir keyfiyet ve kemiyet veren, zatı ve sıfatları keyfiyet ve kemiyetten münezzeh olan Allah Teâlâ’ya hamd-u senalar olsun. En güzel salat ve selamlar da Onu en iyi bilen ve bizlere anlatan Resulü’ne, ali ve ashabına olsun.

İstiva konusunda bugüne kadar birçok söz nakledilmiştir. Bu konuda en sahih görü tevkifen geleni kabul edip, keyfiyet isnad etmemektir. Mutekaddim âlimler ve Menhec olarak onlara tabi olan muteahhir âlimler bu görüştedirler. Bu âlimlerin söyledikleri ortak söz şudur: “Arşa istiva, Kuran-ı Kerimde ve sahih sünnette birçok yerde geçmiştir. Tevkife bakıldığı vakit Arş’a istivaya iman etmek vacip olduğu gibi bu konuda keyfiyetlendirmek (yani şöyledir, böyledir demek) caiz değildir. Hülasa; İstiva meçhul değildir, keyfiyet isnad etmek de makul değildir. İktibas ettiğimiz bu söz aslında mevzumuzun başlığı olan İmam-ı Malik’in istiva hakkındaki sözüdür. Fakat imamın bu sözü etrafında dönen efkârlar, tahrif derecesine kesin bir şekilde ulaşmıştır. Tarihi süreç içerisinde keyfiyet meçhuldür diye bir söz uydurulmuştur. Bu uydurma genel olarak İbn-i Teymiyye ve etbaı tarafından dillendirildiği gibi Ehlisünnet âlimlerinden de bu rivayeti kitaplarında dillendirenler vardır. Keyfiyetin meçhul olması demek, var olması ve bizim onu bilmediğimiz anlamına geliyor. Konuya açıklık getirebilmek için öncelikle İmam-ı Malik’in sözünün geçtiği rivayete bakalım: “Bir adam Malik b Enes’e geldi ve: ‘Ey Ebu Abdullah! [Rahman Arş’a istiva etti]. Rahman’ın Arş’a istivası nasıldır?’ Dedi. Cafer b Abdullah dedi ki: İmam’ı Malik’in bugüne dek bu adamın sözüne kızdığı kadar kızgın hiçbir zaman görmedim. Buram buram terlemeye başladı. Herkes ne cevap vereceğini bekliyordu. Sonra sakinleşti ve dedi ki: ‘Keyfiyet makul değildir. İstiva da meçhul değildir. Ona iman etmek vacip ve ondan soru sormak da bidattir. Korkarım ki sen dalalet ehli birisin.’ Emri üzere adam kovuldu.” İmamın sözünün sahih senetlerinden sadece birinin metnini size naklettik. Konunun daha iyi kavranabilmesi için ulaşabildiğimiz bütün nakilleri topladık ve değerli ulemanın kitaplarından faydalanarak değerlendirdik. Nihayetinde “keyfiyeti meçhuldür” diye bir rivayetin uydurma olduğunu ve eğer sahih olmadığı halde sahih varsaysak dahi diğer nakillerle çelişmeyip onlara hamledilmesi gerektiğini ortaya koyduk.

Muvaffakiyet Allah Teâlâ’dandır.

 

Anahtar kelimeler: İstiva, keyfiyet, İmam-ı Malik’in meşhur sözü, tecsim, tefviz.

 

 

 

Giriş

İstiva hakkında geçmişten günümüze kadar birçok sözler nakledilmiştir. Bu konuda en sahih olan görüş tevkifen geleni kabul etmek ve bir keyfiyet tasavvur etmemektir. Mutekaddim âlimler ve muteahhir âlimlerden de onlara tabi olanlar bu görüştedirler. Bu âlimlerin söyledikleri ortak söz şudur: “Arş’a istiva Kuran-ı Kerimde birçok ayet-i kerimede ve sahih sünnette birçok yerde varid olmuştur. Tevkife bakıldığı vakit Arş’a istivanın kabul edilmesi vaciptir. Bu konu hakkında konuşmak ve keyfiyetlendirmek (yani şöyledir, böyledir demek) caiz değildir. Hulasa; istiva meçhul değildir, keyfiyet isnad etmek de makul değildir. Tevkife bakarak istivaya iman etmek vaciptir ve keyfiyetten sual etmek bidattir.[1] İşte bu iktibas ettiğimiz lafızlar aslında mevzu bahis olan İmam-ı Malik bin Enes’in bu konudaki sözüdür. Fakat İmamın bu sözü etrafında dönen efkârlar tahrif derecesine ulaşmıştır. Yapılan nakillerin tarihi sürecinde nakil öyle bir hal almıştır ki keyfiyet meçhul diye bir söz ihdas edilmiştir. Keyfiyetin meçhul olması demek var olduğu ve bizim onu bilmediğimiz anlamına getiriliyor.

Konuya açıklık getirebilmek için öncelikle İmam-ı Malik’in (rahimehullah) sözüne bakalım. “Bir adam Malik bin Enes’e geldi ve: “Ey Ebu Abdullah! [Rahman Arş’a istiva etti] Rahman’ın Arş’a istivası nasıldır?” dedi. Cafer bin Abdullah dedi ki: “İmam-ı Malik’in bu adamın sözüne kızdığı kadar hiçbir zaman kızgın görmedim. Buram buram terlemeye başladı. Herkes ne cevap vereceğini bekliyordu sonra İmam-ı Malik sakinleşti ve dedi ki: Keyfiyet makul değildir, O’nun istiva etmesi de meçhul değildir, ona iman etmek vaciptir ve ondan soru sormak da bidattir. Korkarım ki sen dalalet ehlisin.” Emri üzerine adam çıkarıldı.” İmamın sözünün sadece bir senedini naklettik. Konuyu daha iyi kavrayabilmemiz için ulaşabildiğimiz bütün nakilleri zikretmekte fayda olacaktır.

 

  1. İmam-ı Malik’ten Gelen Nakiller

İmam-ı Malik’ten gelen nakil birkaç farklı lafızlarla nakledilmiştir. Onlardan bir tanesi şudur:

1.a. (İstiva meçhul değildir, keyfiyet de makul değildir.)

Bu lafızlarla gelen nakiller şunlardır:

1.a.a. İmam el-Beyhakî’nin, Yahya bin Yahya’ya olan kendi senediyle olan rivayeti.
“Biz İmam Malik’in yanında idik bir adam geldi ve: “Ey Ebu Abdullah! [Rahman Arş’a istiva etti] Rahman’ın Arş’a istivası nasıldır?” dedi. İmam Malik (r.a.) başını eğdi, buram buram terlemeye başladı, sonra dedi ki: “İstiva meçhul değildir, keyfiyet de makul değildir, ona iman etmek vaciptir, ondan soru sormak da bidattir. Seni ancak ve ancak bir bidatçi olarak görüyorum.” Sonra da onun çıkarılmasını (kovulmasını) emretti.[2]

1.a.b. İmam Lalekaî de (rahimehullah) Cafer bin Abdullah’a olan kendi senediyle şöyle rivayet etti.

“Bir adam Malik bin Enes’e geldi ve: “Ey Ebu Abdullah! [Rahman Arş’a istiva etti] Rahman’ın Arş’a istivası nasıldır?” dedi. “İmam-ı Malik’in bu adamın sözüne kızdığı kadar hiçbir zaman kızgın görmedim. Buram buram terlemeye başladı. Herkes ne cevap geleceğini bekliyordu ve İmam-ı Malik sakinleşti ve dedi ki: İstiva meçhul değildir, keyfiyet de makul değildir, ona iman etmek vaciptir ve ondan soru sormak da bidattir. Korkarım ki sen dalalet ehlisin.” Emri üzerine adam çıkarıldı.”[3]

 

Bir başka rivayet de şöyledir:

1.b. (Tıpkı kendisini vasıfladığı gibi, İstiva etmiştir. Nasıldır (keyfe) denilmez, çünkü nasıllık O’ndan (celle celaluh) kaldırılmıştır).

1.b.a. Hafız İbn Hacer el-Askalanî’nin de Feth-ul Bari’de Abdullah bin Vehb’ten rivayet ettiği üzere, İmam-ı Beyhakî sağlam bir sened ile rivayet etmiştir.

“Biz İmam Malik’in yanında idik bir adam girdi ve: ‘Ey Ebu Abdullah! [Rahman Arş’a istiva etti] Peki, nasıl istiva etti?’ dedi. İmam Malik (r.a.) başını eğdi, buram buram terlemeye başladı, sonra başını kaldırdı ve dedi ki: “Rahman Arş’a istiva etti. Tıpkı kendisini vasıfladığı gibi. Bu konu hakkında “nasıl” diye sorulmaz. Çünkü “nasıllık (yani keyfiyet)” ondan kaldırılmıştır. Seni ancak ve ancak bir bidatçi olarak görüyorum. Çıkarın onu.” Dedi ve adam o meclistekiler tarafından kovuldu.[4]

 

Bir başka rivayet de şöyledir:
1.c. (Meçhul olmayan bir şey hakkında soru sordun ama makul olmayan bir şey hakkında da konuştun)

1.c.a. İbn Abdilber’in Bakîy’den, Bakiy’in de Eyyub bin Salah el-Mahzumî’den onun da Remle’den olan rivayeti:

 “İmam-ı Malik’in yanındaydık, Iraklı biri geldi ve dedi ki: ‘Ey Ebu Abdullah! Bir konu var onun hakkında sormak istiyorum.’ İmam-ı Malik başını salladı. Adam: ‘Ey Ebu Abdullah [Rahman Arş’a istiva etti] Peki, nasıl istiva etti?’

İmam-ı Malik: ‘Meçhul olmayan bir şey hakkında soru sordun ama makul olmayan bir şey hakkında da konuştun.’  Sen kötü birisin. Çıkarın onu.” Dedi.[5]

 

 

  1. İmam-ı Malik Dışında Başka Âlimlerden Gelen Rivayetler

2.a. Ummu Seleme’den Gelen Rivayet:

“Keyfiyet makul değildir, istiva da meçhul değildir, onu ikrar etmek iman-inkâr etmek de küfürdür.”[6]

 

Bu lafızlarla aynı şekilde Lalekaî’den rivayet edildiği gibi Rebia’dan da İbn Uyeyne’ye olan senedinde rivayet edilmiştir. Dedi ki:

 “Rebia’ya, Allah’ın (azze ve celle) [Rahman, Arş’a istiva etti] ayet-i kerimesi hakkına; nasıl istiva etti? Diye soruldu. Dedi ki: (İstiva meçhul değildir, keyfiyet de makul değildir. Emir, Allah’tan; tebliğ etmek Resulullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem), bize de tasdik etmek düşer.)[7]

Yukarıda beyan ettiğimiz nakillerde olduğu gibi netice olarak süre gelen nakiller aşağıdaki gibidir:  

[İstiva meçhul değildir, keyfiyet de makul değildir.]

الاستواء غير مجهول ، والكيف غير معقول 

[Tıpkı kendisini vasıfladığı gibi, İstiva etmiştir. Nasıldır (keyfe) denilmez, çünkü nasıllık O’ndan (celle celaluh) kaldırılmıştır.] 

استوى كما وصف به نفسه ، ولا يقال كيف ، والكيف عنه مرفوع

[Meçhul olmayan bir şey hakkında soru sordun ama makul olmayan bir şey hakkında da konuştun]

قال سألت عن غير مجهول وتكلمت في غير مَعْقُولٌ 

   

[İstiva meçhul değildir, keyfiyet de makul değildir.[8]]

الاستواء غير مجهول والكيف غير معقول

 

İmam-ı Malik’ten ve muteber âlimlerden nakledilen sözler bu şekildedir. Hatta metnimizin uzamaması ve dinleyicilerimizde bıkkınlık uyandırmaması için sadece bir kısmını naklettik. Ancak! “İstiva malumdur, keyfiyeti ise meçhuldür” sözü ise İmam-ı Malik’e isnadı sahih değildir. İsnadın sahih olduğunu düşünsek bile, o zaman da İmam-ı Malik’ten nakli kesin olarak bilinen; (keyfiyet makul değildir) ve ya  (keyfe denilmez, çünkü nasıllık O’ndan kaldırılmıştır) gibi sahih diğer rivayetlerle tefsir edilmesi gerekir. İmamdan gelen bu nakilde zamanla değiştirilmiş olan bir ibare vardır o da keyfiyetin makul olmadığı lafzı. Nitekim o lafzı, bazı raviler “keyfiyeti meçhuldür” diye nakletmiştir. Bu sebeple de bu söz İslam itikadında tecsim anlayışını doğuruyor. Özellikle bu nakli kitaplarında dile getiren ve bu nakil dışındaki senet ve rivayetlerden neredeyse hiç bahsetmeyen âlimlerin kitaplarında şöyle bir mana göreceksiniz. İstiva malumdur: Yani kelime manası malumdur, keyfiyet meçhuldür: Yani belli bir keyfiyet vardır ama biz bilmiyoruz, bize meçhuldür. Hiçbir şüphe yoktur ki bu söz batıl ve dinde itibar edilmeyen tecsim sözleridir. Bu sözlerden bir tanesi de şu şekildedir:

“Keyfiyetlendirmek, gerek dil ile tabir edilsin gerekse de kalp ile takdir edilsin yine aynıdır. Bu yüzden Malik (rahimehullah) istivanın keyfiyeti hakkında sorulduğunda şöyle buyurmuştur: “keyfiyet meçhuldür[9], onu sormak da bidattir” bunun manası şu değildir ki; biz burada keyfiyetin olduğunu düşünmemeliyiz. Bilakis! İstivanın bir keyfiyeti vardır lâkin bizim için malum değildir (yani biz bilmiyoruz). Çünkü keyfiyeti olmayan bir şey yok demektir. O zaman; istiva, nüzul, yed, vecih, ayn gibi haberi sıfatların hepsinin keyfiyeti vardır lakin biz bunu bilmiyoruz. Has bir keyfiyet kabul etmek ile onun bir keyfiyetinin olmasına iman etmek arasında fark vardır. İşte vacib olan budur. Biz deriz ki; onun bir keyfiyeti vardır fakat biz bilmiyoruz.  Eğer sorulursa: Nasıl tasavvur edilebilir ki; bir şey için bir keyfiyet olduğuna inanıyoruz fakat o keyfiyeti de bilmiyoruz?
Derim ki: böyle bir şey tasavvur edilebilir. Örneğin; bizden biri bu sarayın içinde bir keyfiyet (nasıllık) olduğuna inanıyor, fakat sarayın içini ve ya o saraya benzeyen başka bir tanesini görmeden ve yahut doğru sözlü güvenilir birisi ona orayı anlatmadan o keyfiyeti bilemez.”[10]

Görüldüğü üzere “keyfiyet makul değildir” ibaresi yerine “keyfiyet meçhuldür” denilirse teşbih ve tecsim itikadına sebep olur. Zikrolunan nakilde, Allah Teâlâ hakkında bahsedilen bir konuda sarayın içi diye gereksiz ve yersiz tasvir ve teşbihlere başvurulmuştur. Hâlbuki âlimler bu tür haberi sıfatların tefsir edilmesi konusunda çok sert uyarılarda bulunmuşlardır. Bu konu hakkında İbn Abdilber’in “Temhid” adlı eserinde ve İbn Kudame’nin “Zemm-ut Tevil” adlı eserlerine müracaat edilebilir.

Bu söz de her zaman kullanılan şu söz gibidir:

الشريك لله غير معقول

Yani: Allah’ın bir ortağının olması makul değildir (imkânsızdır). Bu söz, Allah Teâlâ’nın rububiyyetinde ve ulûhiyetinde bir ortağının olmasının imkânsız olduğunu söylemek için kullanılan aklî bir hükümdür[11]. Aklı başında olan bir kişi “Allah’ın bir ortağının olması makul değildir” sözümüzü kalkıp da: “Allah’ın bir ortağı vardır da biz bunu aklımızla düşünemiyoruz”. Diye tefsir edemez!

 

  1. Keyfiyet Kavramı Cisimler İçin Vardır

Keyfiyet, Allah Teâlâ’dan kaldırılmıştır ve Allah Teâlâ’ya keyfiyet nispet etmek akıl işi değildir. Nitekim keyfiyet yalnızca; belli bir şekil ve hacme sahip olan varlıklarda olur. Peki, Allah Teâlâ bu saydığımız sıfatlardan münezzeh iken nasıl olur da Allah Teâlâ için bir keyfiyet olabilir ki?! Bilakis; O (celle celaluh) her şeyin yaratıcısıdır. Keyfiyeti keyfiyetlendiren de (şekillendiren) O’dur (celle celaluh).

İbn-ul Cevzî rahimehullah demiştir ki:

O’nun yanında hisleri kullanmaya olanak yoktur, O’nun yüceliği hayallerin erişemeyeceği kadar yücedir, O’na keyfiyet isnad etmek imkânsız olmasına rağmen, O’nun hakkında nasıl olur da keyfe (O nasıldır?) denebilir ki?”[12]

Allame Şeyh Yusuf el-Kardavî:

“Keyfiyete gelince, onu tefvid[13] etmeye gerek yoktur, çünkü keyfiyetin varlığı Allah Teâlâ için imkânsızdır. İmam-ı Malik’in (rahimehullah) dediği gibi: “keyfe denilmez, çünkü keyfe O’ndan kaldırılmıştır” yani Allah Teâlâ’nın bir keyfiyeti, bir nasıllığı yoktur.”[14]

Eğer sorarsan: “Allah Teâlâ için neden keyfiyet imkânsızdır?”

Deriz: “Çünkü keyfiyet, az evvel de dile getirdiğimiz gibi; mucessem, muşahhas ve müşekkel olan varlıklar için vardır. Renkler, şekiller, miktarlar ve hareketler gibi. Allah Teâlâ da bunların hiçbiri değildir.

 

  1. Lügatte Keyfiyet

“Keyfiyetin sözlükte dört manası vardır.

  1. Birisinin halini sormak için kullanılır ve ya soru olmaksızın sadece bir kişinin haline keyf denir. Bizim de konumuzun bağlı olduğu mana budur. Allah Teâlâ da bunlardan münezzehtir.
  2. Kesinlik. Bu mananın da konumuza bir bağlantısı vardır. Çünkü Allah Teâlâ’nın sıfatlarının hakikatini kesin olarak bilmek mümkün değildir. Çünkü kullar, kendi ilimleriyle Allah Teâlâ’yı kuşatamazlar (ihata edemezler).
  3. Teaccub (şaşkınlık).
  4. Karşılık.”[15]

 

 4.a. Muhtaru’s Sihah adlı eserde:

“K,Y,F (bu harflerden müteşekkil olan kelime): Keyfe mubhem ve gayr-ı mütemekkin bir isimdir. Sonu iki sakin harf bir araya gelmesin diye harekelenmiştir. Fetha üzerine mebni kılınmıştır.

* Birisinin halini (durumunu) sormak için kullanılır.

* Bazen de Teaccub (şaşkınlık) ifadesi için kullanılır. Örneğin: [Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?!] (bakara/28)

* Sonuna ma harfi dâhil olduğu zaman da şart edatı olarak kullanılır. Örneğin:

(كيفما تفعل أفعل)”[16]

4.b. İmam İbn-i Faris demiştir ki:

“Kaf, Ya ve Fa harflerinden oluşan madde bir kelimedir. Keyfe: Varlıkların hallerini anlamak (öğrenmek) için kullanılan bir kelimedir. Sorulur: O nasıldır? Cevap: iyidir.”[17]

4.c. Murteza ez-Zebidi (rahimehullah) demiştir ki:

“ Keyfe: kesinlik, kesmek gibi manalara gelir. Örneğin: Onu kesinleştirdi (kafehu-yekifuhu). Deriyi kesti (keyyefe’l edime tekyifen). Ama genel olarak en çok kullanılan manası; birisinin halini (durumunu) sormak için kullanılır. Hakiki ve mecazi kullanımı vardır. Hakiki: Keyfe zeydun? (Zeyd’in durumu nasıl?) ve Nasıl olur da Allah’ı inkâr edersiniz? Teaccub ve tevbih (yani bir iş yapılmamalıydı) için kullanılmıştır.”[18] 

 

Keyfiyet kelimesi, keyyefe fiilinin masdarının ismidir. İbn Manzur dedi ki; “Zeccac: keyyefe fiilinin masdarının keyfiyet olduğunu” söyledi. [19]

 

4.d. Kufevi, keyfiyet hakkında şöyle demiştir:

“Keyfe ile sorulan soruya verilen cevaba keyfiyet denir. Keyyefe’den; üzerine nisbet ya’sı ve vasfiyetten-ismiyyete nakleden ta eklenerek alınmıştır.”[20]

 

  1. Istılahta (terim olarak) Keyfiyet:

Keyfiyet Allah Teâlâ’nın sıfatları hakkında kullanıldığı zaman iki şekilde kullanılır:

  1. Cismiyet ve şahsiyet manasında. Bu durumda “Keyfiyet yoktur” denildiğinde nefyedilen cismiyet ve şahsiyet manasında olan keyfiyetin ta kendisidir. İşte bu yüzden; (((Allah Teâlâ’nın sıfatlarının bir keyfiyeti vardır ama o keyfiyeti biz bilmiyoruz))) diyenler büyük bir tehlikededirler. Çünkü bunun manası; Allah Teâlâ mutekeyyeftir olur. Keyfiyet de mucessem ve müşahhas eşyalar içindir.
  2. Keyfiyetin bir diğer manası da; sıfatlarının hakikati manasındadır. Bu durumda “Keyfiyet yoktur” denildiğinde nefyedilen keyfiyeti bilmektir, keyfiyetin kendisi değildir. (Yani biz bu sıfatların hakikatini bilmiyoruz.) Çünkü Allah Teâlâ’nın zatı ve sıfatlarının bir hakikati vardır. Bu hakikati de yalnızca Allah Teâlâ bilir.)

 

  1. KEYFİYETİN ÂLİMLERCE REDDEDİLEN MANASI (BİRİNCİ MANASI)

Bu konuda size nakledeceğimiz birçok metin var, onlar okunduğu vakit anlaşılacaktır ki ulemanın nefyettiği (kabul etmediği) keyfiyet şahsiyetleştirme manasında olan keyfiyettir. (Şahsiyetleştirmekten maksad; Türkçe anlamı olarak nasıllık demektir. Yani büyüklük-küçüklük, hafiflik-ağırlık vs) Allah Teâlâ bütün bunlardan münezzehtir. Bütün bunlar cisimliği gerektiren özelliklerdir, ebatı hakkında konuşmak cisimlere has bir şeydir. Rabbimizin de mahlûkatlara benzemediği hem aklen hem de naklen sabit olduğundan bütün bunlardan münezzehtir. Şimdi âlimlerden gelen nakillere bakalım:

 

6.a. Darekutnî’nin (rahimehullah) rivayet ettiği söz:

“Evzaî, Malik bin Enes, Sufyan-ı Sevrî ve Leys bin Sad’a; Ru’yetullah’ın geçtiği hadisleri sordum. Onları keyfiyetsiz olarak (bila keyf) kabul et. Dediler.”[21]

6.b. Sehl bin Abdullah et-Tusterî’nin (rahimehullah) sözü:

 “Akıl tek başına, kadim ve ezelî olan bir varlığın hadis olan Arş’ın üstünde mekân edinmesini kabul etmez! Onu büyüklüğünün göstergesi olarak yarattı, hidayet bulalım diye bize gösterdi. Ondan öteye gidilmemelidir. Hiçbir kalp O’nun mahiyetini öğrenmek için mükellef kılınmamıştır. O’nun Arş’a istivasının BİR KEYFİYETİ YOKTUR. İstivayı yaratanın istivası nasıldır diye bir soru sormak caiz değildir. Mümine düşen razı olmak ve teslim olmaktır.”[22]

 

6.c. İshak bin İbrahim el-Hanzalî’den (rahimehullah) gelen rivayet:

“Emir Abdullah bin Tahir bana dedi ki: Ey Ebu Yakub, senin Resulullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiğin [Rabbimiz her gece nuzul eder] hadisi vardı ya, o nuzul nasıl oluyor? Dedim ki (İshak bin İbrahim) :Allah emirimizi aziz kılsın. Rabbimizin işlerine nasıl diye sorulmaz. Nüzulü keyfiyetsizdir.”[23]

İshak bin İbrahim, meşhur ve çokça tanınan İshak bin Rahuye’dir (Raheveyh). Bu zat Allah Teâlâ’dan keyfiyeti nefyediyor. Bu zat öyle bir âlimdir ki; İmam-ı Ahmed kendisi için: ((Irak’ta onun bir benzeri âlim tanımıyorum. Başka bir sefer de: Onun gibi bir âlim görmedik.)) Buyurdu. O zaman tefekkür edilmeli ki, böylesi bir zat keyfiyet yoktur diyorsa aksini iddia eden kime dayanıyor?

 

6.d. İmam Sabunî’nin (rahimehullah) rivayet ettiği söz:

“Üstad Ebu Mensur’u şöyle söylerken duydum: İmam Ebu Hanife’ye nuzul hadisi soruldu.

-Nuzulu keyfiyetsizdir. Dedi.

Bazıları dediler ki İmam şöyle dedi:

-Şanına layık bir nuzulu vardır, KEYFİYETSİZDİR. Mahlûkatların nuzulu gibi bir nuzul değildir. Mekân ondan boştur ve hiçbir mekân ondan boş olmaz.[24] Çünkü Allah Teâlâ, sıfatlarının mahlûkatların sıfatlarına benzemesinden münezzehtir.”[25]

 

6.e. İmam Ebu Suleyman el-Hattabî’nin (rahimehullah) sözü:

“Bizim, ‘Allah Arş’ın üstündedir’ sözümüzün manası; Allah Arş’a değiyor, Arş’ı mekân edinmiştir, Arş’ta bir yöndedir gibi manalara gelmez! Bilakis, bu söz bize bir haber olarak nakledilmiştir, biz de bunu söyleriz ve keyfiyeti ondan nefyederiz (keyfiyetsizdir) deriz! Çünkü [O’nun benzeri hiçbir şey yoktur]. Muvaffakiyet Allah’tandır.”[26]

 

6.f. İbn Hibban’ın (rahimehullah) sözü:

“Altmış yedinci bölüm[27]; Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah Teâlâ’nın keyfiyetsiz olan sıfatları hakkındaki hadisleri.”[28]

 

6.g. Muhaddis İmam Beyhakî’nin (rahimehullah) sözü:

“Kişinin en azından bilmesi gereken şey; Allah Teâlâ’nın istivası normal bir istiva gibi kıvrılmak, bir mekânda istikrar etmek (bulunmak) ve ya yarattığı herhangi bir şeye değmesi falan değildir! Lakin kendisinden haber verdiği gibi KEYFİYETSİZ bir şekilde Arş’a istiva etmiştir. Mekân ve keyfiyetten münezzehtir. Bütün mahlûkatlarından ayrıdır. O’nun ityanı (gelmesi) bir mekândan başka bir mekâna gelmek değildir.[29] Allah Teâlâ’nın mecîi (gelmesi) hareket etmek demek değildir. Nuzulu, naklolmak demek değildir. Nefsuhu, cisim demek değildir. Vechuhu, yüzü (sureti) demek değildir. Yeduhu[30], aza demek değildir. Aynuhu, gözü demek değildir. Muhakkak ki bunlar tevkifi olarak gelen sıfatlardır ve biz de bunu söyleriz (kabul ederiz), ancak bu sıfatlardan KEYFİYETİ nefyederiz. Allah Teâlâ: [O’nun benzeri hiçbir şey yoktur] ve [Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir] ve [O’nun ismiyle isimlendirilen birisini biliyor musun?] buyurdu.”[31]

 

6.h Muhaddis İmam Ömer bin Abdilber’in (rahimehullah) sözü:

“Kendisini Ehlisünnet zanneden bir fırka, Allah Teâlâ kendi zatıyla beraber nuzul eder! Dedi. Bu söz reddedilen bir sözdür. Çünkü Allah Teâlâ onu hareket etme yeri olarak zikretmedi ve mahlûkatlara aid herhangi bir alamet içermeden zikretti.”[32]  

İbn Abdilber, NUZUL HADİSİ’Nİ zikrettiği zaman şöyle demiştir: “Bazıları zatıyla beraber nüzul eder. Dediler… Ebu Amr dedi ki: Bu söz (zatıyla nuzul eder) ehlisünnetten olan akıl sahibi ve tefekkür sahibi âlimlere göre boş bir sözdür. Çünkü bu KEYFİYYETTİR! Onlar bundan (keyfiyetten) kaçarlar; çünkü keyfiyet gözle ihate edilebilen  (kuşatılabilen) cisimlerden başka bir varlıkta olamaz. Muhakkak ki Allah Teâlâ bundan yücedir ve münezzehtir.”[33]

İbn Abdilber’in şu sözü, üzerinde durulması gereken bir sözdür. (((ÇÜNKÜ BU SÖYLEMLER KEYFİYETTİR))) Bunu iyice tefekkür ettikten sonra bir de nuzul hadisinde dile getirilen ibareye bakılmalı. Nuzul hadisine sonradan eklenen (Bİ ZATİHİ) kaydı birebir keyfiyetten ibarettir. Hâlbuki! Bu (Bİ ZATİHİ) kaydı naklin aslından değildir. Bilakis, bidat ehli mücessimlerin sonradan ekledikleri bir kayıttır. İmam-ı Zehebi “Siyeru Alam en-Nubala” adlı eserinde bu kaydı ravinin cebinden çıkardığı bir ziyade olarak tasvir etmiştir.

Bu iki gerçek zihinde tefekkür edildiği vakit anlaşılır ki teşbih vehmettiren sıfatların zahiri manalarına hamledilmeleri apaçık bir keyfiyettir ve şüphesiz teşbihtir. Her ne kadar mücessim ve müşebbihler kendi yaptıklarını tevil etseler dahi, bu noktada Ehlisünnet’ten hiçbir âlim ihtilaf etmemiştir. Bilakis, teşbih vehmettiren bir nakli zahirine hamletmek TEŞBİH ve TEKYİF’TİR.

İmam İbn Abdilber’in, et-Temhid ve el-İstizkar adlı eserlerine baktığımızda şu hususları görmekteyiz:

  1. İmam İbn Abdilber, Rabbul âlemini hareket etmekten tenzih ediyor. Büyük İmam, Abdulkahir el-Bağdadî’nin size naklettiğimiz kelamında olduğu gibi; hareket etmenin cisimliği gerektiren bir sıfat olduğu ve Allah Teâlâ için imkânsız olduğunda icma olduğunu nakletmiştir.

Ehlisünnet âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bu hakikatlerden habersiz ve onları tam anlamıyla idrak edememiş ve bu hakikatlerde kök salmamış olan birçok kişi; kendi zihninde “Allah Teâlâ’nın dünya semasına nüzulünü” Allah Teâlâ’nın Arş’tan dünya semasına hareket etmesi olarak zanneder! Bu görüşte olanlar, hareket etme fiilinin Allah Teâlâ için bir kemaliyet olduğunu ve bu sıfatla vasıflanması gerektiğini zannederler ve derler ki:

“Allah’ın hareket etmek sıfatı ile vasıflanması vasıflanmamasından daha kâmil bir sıfattır. Çünkü mahlûkatların da hareket etme sıfatı ile vasıflanmaları, vasıflanmamalarından daha kâmildir.”

Bu şekilde yapılan hataların sebebi de mahlûkatlar için kemal (en güzel) olan şeyin yaratıcı için de kemal olduğunun zannedilmesidir. Hareket etmenin manasını bilen bir insan bu sıfatı Allah Teâlâ’dan nefyetmekte bir an bile durmaz. Hareket etmek bir yerden başka bir yere intikal etmektir. Bu da ümmetin icmaıyla Allah Teâlâ’dan nefyedilen ve HULUL (yani yaratıcının mekâna girmesi) diye adlandırılan bir itikattır. Mekânın dışında da hareket eylemi vardır bu da sıfatlarda olan harekettir. Buna da kemiyyet ve keyfiyetteki hareket denilir. Bunun örneği de bir rengin koyulaşması ve ya sayılarda (kemiyyet) artmak ve azalmak gibi. Sükûn (durmak) da bir mekânda sabit kalmaktır. Allah Teâlâ bu iki, noksanlık ve cisimliği gerektiren sıfattan kesinlikle münezzehtir. Bu durum da ilim erbabı olmayan tecsim itikadı üzere olanların zannettiği gibi “hareket etmiyorsa o zaman durmuştur” gibi bir durum da değildir. Ehlisünnet uleması hem HAREKETİ hem de SÜKÛNU Rabb-ul Âleminden nefyederler.

Hareket etmek; mekânda, keyfiyette ve kemmiyet’te (sayılar-azlık ve çoklukta) olmak üzere birkaç çeşittir. Lakin asıl olan mekânda olan harekettir. Mekânda olan hareket de cisim olup, sınırlı (mahdud) ve boyutları her taraftan idrak edilebilecek nesnelerin bir mekândan başka bir mekâna intikal etmesidir. Cisim olmayıp, mahdud olmayan bir varlığın mekânda hareket etmesi tasdik edilemeyecek bir durumdur.

Hareket etme fiilini Allah Teâlâ’ya isnad eden kim varsa hepsinin kelamı TECSİM (cisimlik) HUDUD (sınır) ve bitiş noktaları itikadını gerektirir. Bu durum da RUBUBİYYET’E ters bir şeydir ve Rububiyyet kavramını ihlal eder!

  1. Bahsi geçen, İbn Abdilber’in sözü Allah Teâlâ hakkında tecsimi nefyetmeyi de içine alır.

* İmam Muhyissünne el-Beğavi (rahimehullah) diyor ki:

-”Bu hadislerde zikri geçen Kadem ve ricil vasıfları Allah Teâlâ’nın keyfiyet ve teşbihten münezzeh olan sıfatlarındandır. Ve bu cinsten, Kuran ve Sünnette geçen her ne kadar vasıf varsa hepsi böyledir. Yed, Esabi, Ayn, el-Meci, el-İtyan ve Nüzul gibi. Bunlara iman etmek farzdır ve bunlar hakkında konuşup inceliklerine girenleri de engellemek farzdır. Bu durumda hidayette olan teslimiyetle kabul edendir, içine dalan ise fitne ve fesad ehlidir, bu sıfatları inkâr eden MUATTİL, keyfiyet veren de MÜŞEBBİH’tir. Allah Teâlâ bunların vasıfladığından beridir ve yücedir. [O’nun benzeri hiçbir şey yoktur, O işiten ve görendir] (Şura:11)”[34]

* Kadı Iyaz (rahimehullah) da diyor ki:

– “Ne muazzam bir şeydir ki; EHLİSÜNNET ve’l CEMAAT’İN hepsi, Allah Teâlâ’nın zatını tefekkür etmekten uzak durmanın farz olduğunda ittifak etmiştir ve bunu emretmişlerdir. Akıllarının hayrete düştüğü bu noktada susmuşlardır. Keyfiyet vermenin ve şekillendirmenin de haram olduğunda icma etmişlerdir.  Şüphesiz ki bu durum, onların durdukları (öteye gitmedikleri) ve kendilerini imsak ettikleri yerlerdendir. Bu itikad tevhide zarar vermez bilakis, hakikat budur!”[35]

Görüldüğü üzere Kadı Iyaz, bütün Ehlisünnet âlimlerinin keyfiyet vermenin ve şekillendirmenin (zihinde canlandırmanın) haram olduğunda icma ettiklerini açıkça beyan etmiştir.

* Hafız İbn Asakir (rahimehullah) diyor ki:

– “Müşebbihe fırkasından olan Haşeviyye, Allah Teâlâ’nın diğer görülenler gibi belli bir keyfiyet içerisinde ve mahdud (sınırlı) bir şekilde görülebileceğini söylediler. Mutezile, Cehmiyye ve Neccariyye de Allah Teâlâ’nın hiçbir halette de asla görülmeyeceğini söylediler. Ama İmam Ebu-l Hasen el-Eşarî (rahimehullah) ise bu iki (bozuk ve aşırı) yol arasında bir yolda yürüdü: Allah Teâlâ; Hulul, sınır ve keyfiyet olmaksızın görülür! Rabbimiz bizi gördüğünde, kendisi keyfiyetsizdir ve sınırsızdır (mahdud değildir) aynı şekilde biz de O’nu (celle celaluh) gördüğümüzde yine keyfiyetsiz ve sınırsızdır.”[36]

 

* Hafız İbn Hacer el-Askalanî (rahimehullah) NUZUL HADİSİ hakkında diyor ki:

– “Âlimlerden bazıları nasıl geldiyse öyle icmalen kabul ettiler (yani hiçbir derinliğe inmediler). İcmalen iman ettiler, teşbih ve keyfiyetten de tenzih ettiler. İşte onlar da SELEF ULEMASININ CUMHURUDUR. İmam-ı Beyhakî ve daha başka âlimler bu sözleri dört imamdan, iki Sufyan’dan, iki Hammad’tan[37] (iki farklı Hammad vardır), Evzaî ve El-Leys’ten nakletmiştir.”[38]

 

  1. KEYFİYETİN İKİNCİ MANASI

Âlimlerin KEYF lafzını ikinci manada, yani sıfatların hakikatleri manasında kullanmalarının misalleri. (Bu durumda nefyedilen keyfiyet değil bilakis keyfiyeti bilmektir)

 

7.a. Ali bin el-Medini’nin (rahimehullah) sözü:

– “Neden ve nasıl denilmez! Bu, istivanın varlığını tasdik ve iman etmektir. Her ne kadar bu kavlin manası bilinemiyorsa ve her ne kadar akıl buna ulaşamazsa dahi buna iman etmek ve tasdik etmek yeterlidir.”[39]

 

7.b. İbn Hacer el-Askalanî’nin (rahimehullah) sözü:

– “Selef uleması Allah Teâlâ’nın sıfatları konusunda derinliğe inmediler. Çünkü bu konunun muhtevasının; keyfiyeti (hakikati) aklen bilinemeyecek bir keyfiyeti (hakikati) araştırmak olduğunu biliyorlardı. Çünkü akılların da bir sınırı vardır ve o sınıra gelindi mi durulması gerekir.”[40]

 

7.c. İmam es-Sabunî’nin (rahimehullah) rivayet ettiği söz:

– “Ebu Ali el-Hasen bin el-Fadl’a istiva hakkında soruldu. Dediler ki: Allah Arş’a nasıl İstiva etti? Dedi ki: Biz gaybî meselelerde bize keşfolunanlar dışında başka bir şey bilmeyiz. Muhakkak ki Rabbimiz bize istiva ettiğini bildirmiştir ama istivanın hakikatini bize bildirmemiştir.”[41]

 

7.d. İmam-ı Kurtubî’nin (rahimehullah) sözü:

– “Gerçekten de selef-i salihinden hiçbir âlim Allah Teâlâ’nın Arş’a istivasını inkâr etmiş değildir. İstiva için Arş’ın has kılınması da en büyük mahlûk olmasındandır. Muhakkak ki keyfiyeti (hakikati) hakkında bir bilgiye sahip olunamaz çünkü istivanın hakikati bilinmiyor.”[42]

 

İmam-ı Kurtubî bu tür ayet-i kerimelerin müşkilatlılardan (müteşabih) olduklarını dile getirmiştir ve âlimlerin bu ayet-i kerimelere bakış açılarını üç grupta incelemiştir.

1.Grup: Bu ayetleri okuruz, iman ederiz fakat tefsir etmeyiz. Birçok imam bu görüş üzerindedir. Doğru olan da budur, nasıl ki İmam-ı Malik’e (rahimehullah) bir adam  [RAHMAN ARŞ’A İSTİVA ETTİ] ayetini soruyor. İmam-ı Malik buyurdu ki: İstiva meçhul değildir, keyfiyet de makul değildir (Allah’a isnadı akıl işi değildir), istivaya iman etmek vaciptir ve ondan sual etmek de bidattir. Senin kötü biri olduğunu düşünüyorum! Çıkarın onu.

2.Grup: Bu ayetleri okuruz ve luğatta geçen zahiri manasına göre tefsir ederiz. BU SÖZ MÜŞEBBİHELERİN SÖZÜDÜR.!

3.Grup: Bu ayetleri okuruz, tevil ederiz ve zahirine hamledilmesinin imkânsız olduğunu söyleriz.[43]

UYARI!

“Keyfiyet meçhuldür” lafzı İmam-ı Malik’ten Nakli Sahih Kabul Edilse Dahi Nasıl Değerlendirilmelidir?

Bu durumda İmam-ı Malik’ten (rahimehullah) gelen nakli ikinci mana olan “hakikatinin bilinmesi” manasındadır diye değerlendirebiliriz. Çünkü keyfiyet lafzı kullanılıp bu lafızdan bir şeyin hakikati irade edilebilir. Şairin sözünde olduğu gibi:

Kişi kendi keyfiyetini dahi idrak edemezken

Cebbar’ın kadim olan keyfiyetini nasıl bilecek[44]

Bu beyitte geçen “keyfiyet” kelimesinin manası “hakikati” demektir. Çünkü hiç şüphe yoktur ki herkes kendi keyfiyetini (yani halini) bilir. Ayakta mıdır? Oturuyor mudur? Üzgün mü? Sevinçli mi? Sıhhatli mi? Hasta mı? Vs. Bütün keyfiyetler böyledir. Ancak insanlar kendi hakikatlerini bilmiyorlar. Hiç şüphe yoktur ki Allah Teâlâ’nın sıfatlarının hepsinin bir hakikati vardır ve bu hakikatleri Rabb-ul Âlemin bilir fakat biz bilemeyiz.

İSTİVA MEÇHUL DEĞİLDİR

       Bu durumda, geriye sadece İmam-ı Malik’ten gelen rivayetin başını açıklamak kaldı. Bu söz de birkaç farklı şekilde rivayet edilmiştir. Onlardan biri; (İstiva meçhul değildir), diğeri (Onun istiva etmesi meçhul değildir), başka bir tanesi (Kendi zatını vasıfladığı gibi istiva etmiştir). Bu lafızların hepsi sahihtir ve İmam-ı Malik’ten nakledilmiştir. Bir de eğer sıhhatini kabul edersek (İstiva malumdur) diye bir nakil de vardır.

Bunlar birbirine yakın ve manaca da aynı olan değişik lafızlardır. Çünkü (meçhul değildir) sözü aslında (malumdur) demektir. Her iki ibarede de lafızlar farklı olsa dahi mana aynıdır.

Peki, bu malumdur sözünden maksad nedir?

Buna cevaben deriz ki:

Bu lafızların hepsinde şu takdiri uygulayabiliriz: İstiva malumdur (yani kuran-ı kerimde var olduğu malumdur) ve ya (manası malumdur).

Birinci Takdire Göre: Hiçbir sıkıntı yoktur. Allah Teâlâ için şeriat metinlerinde var olan bir vasıf kabul ediyoruz. Bu sıfatların hakikatlerinin ilmini de Allah Teâlâ’ya bırakıyoruz. (Tefviz ediyoruz)

Bu yaptığımız takdiri İbn Kudame el-Makdisi’nin şu sözleri ile destekliyoruz:

“44. İstiva meçhul değildir sözünün manası, yani (kuran-ı kerimde) var olduğu meçhul değildir. Çünkü Allah Teâlâ, onun varlığını bize kuran-ı kerimde bildirmiştir. Allah Teâlâ’nın sözleri kesinlikle doğrudur ve sözleri hakkında herhangi bir şek ve şüphede bulunmak caiz değildir. Meçhul olmaması demek de Allah Teâlâ’nın bize bildirmesiyle malum olmuştur. Bazı lafızlarda da zaten istiva malumdur diye rivayet edilmiştir.

  1. Keyfiyet makul değildir sözünün manası da yani hiçbir şekilde tevkif (kuran-ı kerimde bildirilmesi) naklolunmamıştır ve bunu bilmek de tevkife bağlıdır.
  2. İstivayı inkâr etmek küfürdür. Çünkü bu durum Allah’ın sözlerini reddetmektir ve Allah’ın kelamına karşı bir küfürdür. Her kim ki ümmetin icma ettiği bir harfi dahi inkâr ederse o kâfirdir. Kaldı ki, 7 tane ayet i kerimeyi inkâr etsin. O adam 7 yerde gelen ayet-i kerimeleri reddetmiştir. Bu yüzden o ayetlere iman etmesi vaciptir.
  3. Onun hakkında sormak da bidattir. Çünkü bu soru bilinmesi mümkün olmayan bir şeyi sormaktır. Bu konuda konuşmak da caiz değildir. Bu konularda konuşmak ne Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında ne de o dönemden sonraki Sahabeler (radiyallahu anhum) zamanında olmamıştır.”[45] İbn Kudame’nin sözleri bitti.

İkinci Takdire Göre: O da istiva mana olarak malumdur takdiridir. Bu durumda ya istiva lafzı tek başına ya da Allah lafzına izafesiyle düşünülür. Tek başına tasavvur edilen her kelimenin manası vardır bunu akıl sahibi her insan kabul eder ve bu mana herkes tarafından olmasa bile ehli tarafından anlaşılabilir. Fakat Allah Teâlâ hakkında olan her lafız insanlar tarafından algılanamayabilir. Bunlardan bir tanesi de istiva kelimesidir. Bu noktada şöyle sormak yerinde olur: Burada kastedilen “İSTİVA” lafzının izafeden soyulmuş haldeki manası mı yoksa “Allah” lafzına izafesiyle olan manası mıdır? (Yani sadece İSTİVA mı yoksa ALLAH TEÂLÂ’NIN İSTİVASI mı?)

  1. Eğer birincisidir denilse ki o da mucerred halde olan İSTİVA’DIR; manası Arap luğatındaki, şiirler ve düz yazılarda bilenen manasıdır.

Feyruzâbâdi diyor ki: “İsteva (tek başına): doğrulmaktır, Adam istiva etti: olgunluk çağına erişti ve ya kırk yaşına girdi. Semaya istiva etti: Yükseldi, kastetti, yöneldi ve ya hükmetti.”[46] Feyruzâbâdî’nin sözü bitti.

İbn Menzur diyor ki:

“Ferra demiştir ki: İstiva arap kelamında iki şekildedir:

– Adamın istiva etmesi, gençliğinin ve kuvvetinin en yüksek düzeye çıkmasıdır. Ya da eğrilikten doğrulmasıdır. Bunlar iki şeklidir. Üçüncü bir vechi daha vardır o da senin şöyle demendir: adamın biri başka bir adama yüzü dönüktü ve sonra bana yöneldi ve yüzüme karşı bana küfretmeye başladı. Yani bana yöneldi, yüzünü bana çevirdi manasında. Bu da Allah Teâlâ’nın şu ayet-i kerimesi gibi: [Sonra Arş’a yöneldi] (Bakara/29).

(Bu açıklamalardan sonra) Ferra dedi ki: İbn Abbas şöyle dedi:

“[Sonra Arş’a yöneldi] yani yükseldi, bu da şu söz gibidir: birisi ayaktaydı ve sonra oturmaya istiva etti (yöneldi). Ve oturuyordu da ayağa kalkmaya istiva etti (yani yöneldi). Dedi ki: bütün bunlar arap kelamında caizdir. İbn Abbas’ın semaya yükseldi sözünün manası yani O’nun emri göğe yükseldi demektir.

Ahmed bin Yahya [Rahman Arş’a istiva etti] ayet-i kerimesi hakkında dedi ki: “İstiva bir şeye yönelmek demektir.

Ehfeş dedi ki: İsteva yani Ale (yükselmek). Sen dersin atın üstüne istiva ettim ve ya evin damına istiva ettim. Yani çıktım. Ama atın sırtına istiva etmek İSTEKARRE yani mekân edinmek (oturmak) manasındadır.”[47] İbn Menzur’un sözü bitti.

  1. İkincisi manasıdır denilse ki o da İstivanın Allah lafzına izafe edildiği halde manasının bilinmesidir. Böyle bir şeyden hem teşbih hem de tecsim itikadı doğar. Nihayetinde İstiva kelimesinin “ale” harf-i ceri ile kullanıldığında manası; üstünde mütemekkin olmak, oturmaktır. Bu iki vasıf da cisimliği ve cisimlere benzemeyi gerektirir ki Rabbimiz Teâlâ bu tür noksan sıfatlardan münezzehtir.

Sonuç

İbn-i Teymiyye’nin yaptığı gibi; “istiva malumdur” ibaresine lügatte malumdur diye mana vermek; (haşa) Allah arşta oturuyor demektir ki İbn-i Teymiyye bunları yeri geldi mi kitaplarında apaçık zikretmiştir.

Yine İbn-i Teymiyye gibi “Keyfiyet yoktur” ibaresinin yerine de uydurma bir lafız ekleyip “keyfiyeti meçhuldür” deyip sonra da;

İbn-i Useymin’in yaptığı gibi: “keyfiyeti vardır ama biz bilmiyoruz” diye de mana verilirse o zaman rivayet ve dirayet ilimlerinin hepsini elinin tersi ile silip atmaları gerekmektedir. Çünkü ne rivayet bıraktılar ne dirayet.

Rivayet ilmini satıp yerine uydurmaları aldılar. Dirayet dediğimiz aklı da satıp yerine cehaleti aldılar. At gözlükleri takıp yol alınca çevrelerine verdikleri zararı göremez hale geldiler.

İstiva lafzı Allah lafzına izafe edildiği zaman istivanın gerçek luğat manasına hamledilirse ve uydurma rivayet dediğimiz keyfiyet meçhuldür denilirse netice olarak TECSİM ve TEŞBİH olur. Bu duruma cevap vermek de tecsimin mahiyeti ve tehlikeleri hakkında konuşmayı gerektirir. Burada maksad hâsıl olduktan sonra konunun tafsilatı için mutavvel kitaplara başvurulması tavsiye olunur.

Maksadımız bu rivayetin tahrif edildiğini dile getirmekti ve akıl unsurunu da devre dışı bıraktıklarını kısa bir şekilde ifade etmiş olduk.

Rabbim bize ve okuyuculara istifadeler nasip buyursun ve hakkı hak gösterip intisap ile batılı da batıl gösterip içtinap ile rızıklandırsın.

 

وصلى اللم على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه وسلم

محمد أمين الهكاري

Muhammed Emin El-Hakkâri

(BİRİNCİ İKAD BİLDİRİLER KİTABI SAYFA 30)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynakça

  1. Sahih el-Buharî: Muhammed bin İsmail el-Buharî. Baskı: Daru Tuk en-Necad. 1422. 1. Baskı.
  2. El-İtikad ve’l-Hidaye ile Sebili’r-Reşad ale Mezhebi’s-Selefi ve Ashab-il Hadis: Ahmed bin el-Hüseyin el-Beyhaki, Baskı: Daru’l Afak el-Cedide. Beyrut 1401, 1. Baskı
  3. Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sunne ve’l Cemaa: Hibetullah bin el-Hasen bin Mansur el-Lalekai. Baskı: Daru Tayyibeti’r Riyad, 1402.
  4. Fethu’l Bari: Ahmed İbn-i Ali İbn-i Hacer El-Askalani, Baskı: Daru’l Marife Beyrut 1379.
  5. Et-Temhid Lima Fi’l-Muvatta min el-Meani ve’l-Esanid: Ebu Ömer Yusuf İbn-i Abullah İbn-i Abdilber en-Nemri, Baskı: Vuzaretu Umui’l Evkaf ve’ş Şuuni’l İslamiyye. El-Mağrib 1387.
  6. El-Mudhiş: Ebu’l Ferec Abdurrahman İbn-i Cevzi el-Hanbeli, Baskı: Daru’l Kutubi’l İlmiyye. Beyrut 1405, 2. Baskı.
  7. El-Kavlu’l Mufid Ale Kitabi’t Tevhid: İbn-i Useymin. Baskı: Daru İbn-il Cevzi. Suudiyye 1424, 2. Baskı.
  8. Muhtaru’s Sihah: Muhammed İbn-i Ebu Bekr er-Razi. Baskı: Mektebetu Lübnan Naşirun. Beyrut 1415. Yeni baskı.
  9. Mucemu Mekayisil-Luğa: İbn-i Faris. Baskı: Daru’l Fiker, Abdusselam Muhammed Harun tahkikli. Beyrut 1399.
  10. Tacul Arus min Cevahir il-Kamus: Muhammed Murteda el-Haseni ez-Zebidi. Baskı: Daru’l Hidaye
  11. Lisan ul-Arab: Muhammed bin Mukerrem bin Menzur. Baskı: Daru Sadır. Beyrut, 1.Baskı
  12. El-Kulliyat Mucemun Fi’l Mustalahat: Ebu’l Beka el-Hanefi. Baskı: Muessesetu’r Risale, Beyrut.
  13. Es-Sifat: Ali bin Umer ed-Darekutni. Baskı: Mektebetu’d Dar. Medinetu’l Munevvera, 1.Baskı
  14. Siyeru E’lamin Nubela: Muhammed bin Ahmed ez-Zehebi. Baskı: Muessesetu’r Risale. Beyrut 1413, 9.Baskı
  15. El-Esma ve’s Sifat: Ahmed bin Huseyn el-Beyhaki. Baskı: El-Mektebetu’l Ezheriyye 1419, 1.Baskı
  16. Zemmu’l Kelam: Ebu İsmail el-Herevi. Baskı:
  17. Akidetu’s Selefi Ehli’l Hadis: Ebu Osman İsmail bin Abdurrahman es-Sabuni. Baskı:
  18. Sahih İbn-i Hibban: Muhammed İbn-i Hibban. Baskı: Muessesetu’r Risale. Beyrut 1414, 2.Baskı
  19. El-İstizkar: Ebu Ömer Yusuf bin Abullah bin Abdul Ber-en Nemri. Baskı: Daru Kuteybe. Dimeşk 1414, 1.Baskı
  20. Şerhu’s Sunne: El- Hüseyin İbn-i Mesud El-Beğavi. Baskı: El-Mektebetu’l İslami. Dimeşk Beyrut 1403, 2.Baskı
  21. Şerhu Müslim: İmam-ı Nevevi. Baskı: Daru İhya-i Turasi’l Arabi, Beyrut 1392, 2. Baskı.
  22. Tebyinu Kizbu’l Mufteri fima Nusibe İle’l İmam Ebu’l Hasen el-Eşarî: Ali İbn-i el-Hasen İbn-i Asakir. Baskı: Daru’l Kitabu’l Arabi. Beyrut 1404, 3.Baskı
  23. Tefsiru’l Kurtubi: Şemsuddin el-Kurtubî. Baskı: Daru’l Kutubi’l Mısriyye. Kahire 1384. 2. Baskı.
  24. Defu Şubehi’t Teşbih Bi Ekuffi’t Tenzih: Ebu’l Ferec Abdurrahman İbn-i Cevzi el-Hanbeli. Baskı: Daru’l İmamu’n Nevevi. Ürdün 1413, 3.Baskı
  25. Zemmu’t Tevil: Abdullah İbn-i Ahmed İbn-i Kudame el-Makdisi. Baskı: Ed-Daru’s Selefiyye. Kuveyt 1406, 1.Baskı
  26. El-Kamusu’l Muhit: Mecduddin Ebu Tahir Muhammed İbn-i Yakup El-Feyruzabadi.
  27. Beyanu Telbisi’l Cehmiyye Fi Tesisi Bidehimi’l Kelamiyye: Ahmed İbn-i Abdulhalim İbn-i Teymiyye. Baskı: Matbaatu’l Hukume. Mekketu’l Mukerreme 1392, 1.Baskı
  28. İthafu Zev’il-Ukul bi Rivayatin vel-Keyfu Ğayru Makul: Eş-Şeyh Abdul Fettah el-Yafiî. Baskı: Daru’l Fetih. El-Kavlu’t-Temam’dan alıntı. 2. Baskı
  29. El-Akidetu’t Tahaviyye: Ebu Cafer Ahmed İbn-i Muhammed El-Ezdi El-Mısri Et-Tahavi
  30. Kaşifu’s Sağir An Akaidi İbn-i Teymiyye: Allame Said Abdullatif Fude. Baskı: Daru’r Razi 1420, 1. Baskı

 

[1] Kaşifu’s Sağir, İstiva konusu.

[2] El-İtikad ve’l-Hidaye ile Sebili’r-Reşad ale Mezhebi’s-Selefi ve Ashab-il Hadis/116. sayfa

[3] İtikadu Ehli’s-Sunne/3.cild/397. sayfa

[4] Feth-ul Bari/13.cild/407.sayfa

[5] Et-Temhid/7/151

[6] İtikadu Ehli’s-Sunne/3.cild/397.sayfa

[7] İtikadu Ehli’s-Sunne/3.cild/442.sayfa

[8] Yani şeraitte var olduğu meçhul değildir. Öyle ki; 7 tane ayet i kerimede geçmiştir.

[9] İleride de beyan edeceğimiz gibi bu nakil hem seneden hem de metnen sahih olmayan bir rivayettir.

[10] (el-kavlul mufid ale kitabi’t-tevhid/ibn-i useymin/2.cild/180-190.sayfa)

[11] El-Ebherî “İlm-ul Kelam” Senusi “Suğra’s-Suğra” Aklın verdiği hüküm üç tanedir: olmazsa olmaz (vacip), olabilir (caiz), imkânsız (mustehil)

[12] El-Mudhiş/1.cild/137.sayfa

[13] Hakikati hakkında olan bilgiye sahip olmadığını itiraf ettikten sonra hakikati Allah Teâlâ’ya bırakmaktır. (El-Kavlu’t Temam fi’t Tafvid)

[14] Fusulun fil Akide beyne es-Selefi ve’l-Halef/69.sayfa

[15] İthafu zevi’l Ukul Bi rivayati “el-keyf ğayr-ı makul”/Şeyh Abdulfettah el-Yafiî

[16] Muhtaru’s Sihah/1.cild/234.sayfa

[17] Mekayis-ul Luğa/5.cild/150.sayfa

[18] Tac-ul Arus/ 14.cild/ 349.sayfa

[19] Lisan-ul Arab/9.cild/312.sayfa

[20] El-Kulliyyat/752.sayfa

[21] Es-Sıfat/75.sayfa

[22] Siyeru A’lamin Nubela/13.cild/331.sayfa

[23] Bu nakli İshak’tan, İmam Sabunî (Mu’tekadu Ehli’l Hadis’te)rivayet etmiştir/193.sayfa.

İmam Beyhakî de (Esma ve’s Sıfat’ta) rivayet etmiştir/452.sayfa

Herevî de (Zemm-ul Kelam’da) rivayet etmiştir/231.sayfa

[24] Allah Teâlâ hakkında böyle bir manayı düşünmek batıldır!

[25] Mu’tekadu Ehli’l Hadis/222.sayfa

[26] Feth-ul Bari Şerhu Sahih Buharî/13.cild/413.sayfa

[27] İbn Hibban (rahimehullah) kitabında bir başlık yazarken böyle bir ifade kullanıyor, zaten bilindiği üzere Sicistan’dan Ehlisünnet itikadını müdafaa ettiği için çıkarılmıştır. İbn Hibban, Allah Teâlâ’nın bir mahdud (sınırlı) olduğunu kabul etmeyip tenzihe gitmiştir. Bütün Ehlisünnet âlimleri gibi o da bitiş ve nihai noktalarla Allah Teâlâ’nın ihata edilemeyeceğini dile getirmiştir ve Sicistan’dan bu sebeple çıkarılmıştır.

[28] Sahih İbn Hibban/1.cild/137.sayfa

[29] El-İtyan kelimesi: bir mekândan başka bir mekâna nakledilmekten başka hiçbir manaya gelmez. Onu nefyetmek hakiki zahiri manasını nefyetmek demektir. Çünkü bu mana cisimliği gerektiren ve onlara layık olan bir manadır. Allah Teâlâ da cisim değildir!

[30] Yed kelimesini sıfat olarak kabul etti ama aza (carihe) olmasını nefyetti.

[31] El-İtikad ve’l Hidaye/1.cild/117.sayfa

[32] El-İstizkar/2.cild/530.sayfa

[33] Et-Temhid/7.cild/144.sayfa

[34] Tuhfet-ul Ahvezî’den nakledilmiştir. (7.cild/233.sayfa). İmam-ı Zehebî, “Siyeru Alâmi Nubela”da İmam el-Beğavi’nin biyografisinde şöyle demiştir:

“Şeyh İmam Allame Önder Hafız (hadis hafızı) Şeyhülislam Muhyissünne Ebu Muhammed el-Hüseyin bin Mesud bin Muhammed bin el-Ferra el-Beğavî eş-Şafii Müfessir, Şerhu-s Sunne, Mealim-ut Tenzil, el-Mesabih, Kitabu-t Tehzib fi’l Mezheb, el-Cem’u beyne’s Sahiheyn ve 40 Hadis gibi eserlerin sahibidir.” (Siyeru Alâmi’n Nubela/19.cild/439.sayfa)

[35] İmam-ı Nevevi bunu Kadı Iyaz’dan nakletmiştir. (Şerh-ul Muslim/5.cild/25.sayfa)

[36] (Tebyinu Kizbi’l Mufteri/150.sayfa)

[37] İki Sufyan’dan maksat, Sufyan bin Uyeyne ve Sufyan-ı Sevri’dir. İki Hammad’tan maksat da Hammad bin Zeyd ve Hammad bin Seleme’dir.

[38] (Feth-ul Bâri/3.cild/30.sayfa)

[39] Lalekaî (Şerh-us Sunne(1.cild/165.sayfa) da nakletmiştir.

[40] (Feth-ul Bâri/13.cild/350.sayfa)

[41] (Ehli Hadis olan Selefin Akidesi/40.sayfa)

[42] (Tefsir-ul Kurtubî/7.cild/219. sayfa)

[43] (Tefsir-ul Kurtubî/1.cild/254.sayfa)

[44] İmam İbn-ul Cevzî bu beyti (Defu Şubehi-t Teşbih) adlı eserinde naklediyor (sayfa:28). Bedreddin ez-Zerkeşî de bu beyti nakletmiştir.

[45] (Zemmu’t Tevil/26.sayfa)

[46] (El-Kamus ul Muhit/1673.sayfa)

[47] (Lisan-ul Arab/14.cild/414.sayfa)

 

Categories: Istiva/Itikat, mücessime, müşebbihe, mutesabihat, muteşabih ayetler, selef akidesi, Tahrifler, Vehhabi Fitnesi

Imâm Es-Subki el-Azharîden « Allâh’in nuzul (inis) » hadisinin açiklamasi


Imâm Es-Subki’nin kitabi olan « ithafu’l-kainat bi beyâni s-selef ve’l-halef fi’l mutesâbihat » uzun bir fetvâyi kaleme aldi ve söyle diyor :
« ومعنى {ينـزل ربنا إلى سماء الدنيا} ينـزل رسوله أو رحمته »
« ve {yenzilu rabbunâ ilâ s-samâ’i d-dunya} ‘nin anlami, yani Onun habercisi (Melek) dunyanin emasinda iniyor demek, veya Onun rahmeti iniyor demek »

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi İle Sıfatlar ve Mecaz Üzerine

-Akide müslümanın hayatında en temel esas olduğuna göre akideyi muhafaza etmek de müslümanın temel vazifelerinden birisi. Fakat bazen de akideyi koruyacağım diye akideyi bozucu durumlar meydana geliyor. Mesela sıfatlar meselesinde bu çokça yapılıyor. Kur’an ve Sünnette geçen Allah celle celâluhu’ya ait sıfatları nasıl anlamalıyız? Selef nasıl anlamıştır? Ve günümüzde Selef’in anlayı

şını sürdürdüğünü söyleyen insanlarla gerçekte Selef’in anlayışı arasındaki farklar nedir?

Hocaefendi: Şimdi sıfat meselesinde sahabe ve tabiinin ilk dönemlerinde herhangi bir ihtilaf yoktu. Tabiin döneminin sonlarına doğru bu konuda bir takım ihtilaflar çıkmıştır. Sahabe ve tabiinin ilk dönemlerinde ihtilafın çıkmamasının sebebi onların akideyi bizzat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den almasıdır. Onlar akideyi sağlam anlamışlar ve sağlam aktarmışlar. İkincisi onların Arap dilini çok iyi bilmeleriydi. Onlar aralarında konuşurken muhataplarının kastettiği manayı nasıl anlıyorlarsa Kuran ve Sünnetteki lafızların da muradını öylece anlıyorlardı. Sonradan tabiinin son dönemlerinde Arapçada ucmet yani yabancılık, karışıklık meydana geldi. Karışıklık çıkınca dilde anlamlar da farklı anlaşılmaya başlandı. Dil karışınca bazı insanlar sahabe ve tabiin gibi Kur’an ve Sünnet’teki lafızları anlamamaya başladılar. Mesela Kur’an-ı Kerim Arapça diliyle geldiğinden dolayı Arapların üslubunda gelmiştir.

Arap dilinde ve hâkezâ her dilde hakikat, mecaz ve kinaye vardır. Sahabeler hakikati hakikat, mecazı mecaz, kinayeyi de kinaye anlamışlar. Ama sonradan gelenler Arapça’nın sahih anlayışı azalmaya başlayınca bazı mecâzî ifadeleri hakikat gibi anlamışlar. Mesela Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları hakkında birçok ayetlerde mecaz olarak gelmiştir. Sahabeler de nasıl ki kendi aralarında konuştukları zaman bu ifadeleri mecaz olarak anlıyorlarsa yine aynı şekilde bu tür ifadeleri de mecaz olarak anlamışlardır. Mesela yed meselesi. Kur’an-ı Kerim’deتبارك الذي بيده الملك buyruluyor. Mülk damme ile milk değil, ikisi ayrı şeyler. Mülk saltanat-ı mülkiyet demektir, milk ise mal demektir. Ama tabii Türkçede mala mülk denilir, o ayrı. Bakın orada “Mülk elindedir” deniliyor. Bu tabiri hem Araplar hem de Arap olmayanlar mecâzî olarak anlarlar. Yani saltanat sahibi demektir. Burada bu kelam Cenâb-ı Hakk’ın her şeye mâlik olduğu, her şeye gücü ve kudreti yettiğini ifade etmek için gelmiştir. Yoksa hâşâ Allah Teâlâ’nın bir eli olduğunu ifade etmek için gelmemiştir. Mesela Türkçe’de de deriz ki; şehir falanın elindedir. Hakikaten elinde midir? Bu kelamda o kişiye bildiğimiz el mi isnad edilmektedir, yoksa saltanat ve idarecelik mi isnad edilmektedir? Maksud hangisidir? Saltanat ve idarecilik isnad etmektir. Bu ayet-i kerime de bunu ifade etmek için inzal olunmuştur. Ama bazı insanlar hâşâ Allah’ın yed’i anlamışlar.

Mesela Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm “İnsanın kalbi Rahman’ın iki parmağı arasındadır. İstediği gibi çevirir” buyuruyor. Burada maksat Cenâb-ı Hakk’ın parmağı olduğunu ispatlamak değildir, insanın kalbinde kudret ve iradesini ispatlamaktır. Araplar da bunu mecâzî olarak anlamıştır. Çünkü bunu zahiren anlarsak o halde Cenâb-ı Hakk’a hâşâ milyarlarca parmak lazım gelirdi. Her insanın kalbinde iki parmak olduğuna göre siz sayıyı düşünün. Bunu akıllı insan diyebilir mi? Birde Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de sıfatları bir şekilde istimal etmemiştir. İlim, kudret, kibriyâ, azamet, rahmet ve gazab gibi sıfatları kendisine isnâd-ı tâm yoluyla isnad eylemiştir. İsnâd-ı tâm’ı biliyorsunuzdur sarf ve nahivden. ان الله عليم بما تعملون mübtedâ haber, fiil ve faildir. İşte bu isnad-ı tâmdır. رحمهم الله و غضب عليهم mesela böyle hep isnâd-ı tâm yoluyla isnâd edilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu şekilde kendine isnad eylediği sıfatları biz de Allah Teâlâ’ya isnad eyliyoruz. Ama mesela yed, parmak, kadem gibi lafızlar ise izafe yoluyla söylenmiştir, isnad yoluyla değil. İkincisi bu lafızların geçtiği ayetlerde bu lafızların zahirini Allah’a isnad etmek için değil, belki başka bir şeyi Allaha isnad etmek için söylenmiştir. Mesela تبارك الذي بيده الملك ayetinde maksud saltanat ve hakimiyeti Allah’a ispatlamak içindir, yoksa eli ispatlamak için değildir. Hâşâ Allah Teâlâ’nın baldırı vardır diye ne Araplar, ne sahabe ne de bir kimse böyle anlamıştır. İşte işin aslı problem Allah’ın kendisine izafe yoluyla nisbet ettiği tabirlerdedir. İşte biz bunları selim bir bakışla anlamalıyız ki zahir mana vermeden tecsim ve teşbihe düşmeyelim. Bu ifadeler mecâzîdir, edebî kinayelerdir. Böyle olduğu için sahabeler Peygamberimize bunu hiç sormamışlar.

-Hiç konuşmamışlar değil mi hocam?

Hocaefendi: Tabii. Niye konuşsunlar ki? Biz şimdi birbirimizle konuşurken soruyor muyuz neyi kastettin diye. İşte onlar da aynı şekilde mecazları mecaz, hakikatleri hakikat, kinâyeleri kinâye olarak anlıyorlardı. Sorun sonradan çıkmıştır. Ucmetin yani yabancılığın Arapça’ya girmesiyle bazı kişiler bu meseleleri yanlış anlamışlardır.

-Hocam, bazıları şöyle diyorlar: Allah madem ki kendine el, gökte olmak gibi şeyleri isnad etmiştir. O halde biz de deriz ki; “Allahın eli vardır ama şanına layık bir eldir, göktedir ama şanına layık bir şekilde göktedir.” Böyle bir şey söylenebilir mi? Sahabeden veya tabiinden böyle bir nakil gelmiş mi?

Hocaefendi: Şimdi gök meselesi ayrı mesele ona şimdi girmeyelim. Ama mesela yed kelimesini tercüme ederek söylemek de caiz değildir. Çünkü ayetlerdeki yed el anlamında değildir ki böyle diyesiniz? Kelamın tümü başka bir manayı ifade ediyor o ayetlerde. Tabii bunlar Kur’an’da geçtiği için mesela علي عين, باعيننا, لما خلقت بيدي, بايدينا gibi. Bunlar müfred, tesniye ve cemî olarak gelmiştir. İşte bu yüzden bazı selef-i salihinden zatlar bunlara sıfat tabirini kullanmıştır. Mesela demişlerdir ki; yed, kadem, ayn gibi tabirler birer sıfattır ama biz muhtevasını bilmeyiz. Onlar âzâ, uzuv olduğunu nefyediyorlar, fakat hakkında hiçbir şey söylemeden maksudun ne olduğunu açıklamadan kabul ediyorlar.

-Yani te’vil-i icmâlî yapıyorlar.

Hocaefendi: Evet. Uzuvdan nefyediyorlar, sıfat diyorlar ama manasını Allaha havale ediyorlar. Ama iş burada kalsa iyi. Bazıları eldir ama bizim gibi değil, gözdür ama bizimki gibi değil gibi sözler söylemişler. Ben bu tabiri beğenmiyorum. Kanaatime göre bu şekilde tabirler kullanmak caiz değildir. Çünkü bu söyleyişte sanki uzuvdur ama bizim gibi uzuv değildir gibi mana yatıyor. Menhecü’l Eşâire adlı kitabımda da yazmıştım bu meseleyi. Ayağı vardır ama insan ayağı gibi değildir, eli vardır ama insan eli gibi değildir denmez. Ama rahmet sahibidir ama insanın ki gibi değildir, gazab sahibidir ama insanın ki gibi değildir denilir. Çünkü bunlar manevi sıfatlardır, âzâ değildir. Ben bu tabiri tasvip etmiyorum.

-Peki seleften var mı böyle söyleyen?

Hocaefendi: Bazıları kullanmışlar.

-Hocam mecazı kabul etmeme meselesi İslam tarihinde ne zaman ortaya çıktı?

Hocaefendi: Şimdi ne zaman ortaya çıktığı çok da mühim değildir, çoktan vardır ama ilmî görüşler içinde bu görüşten daha düşük bir görüş yoktur. Çünkü bir defa Arap dili değil sadece hiçbir dil mecazsız yaşamaz, fesahat mecazsız meydana gelmez. Mecazsız dil olmaz. Mesela Cenâb-ı Hak buyuruyor ki; واحفظ لهما جناح الذل من الرحمة züll’ün bir kanadı var mıdır? Yoktur. Yine buyurur; ذق انك انت العزيز الكريم ehl-i cehennem azîzü’l kerim midir? Demek istiyor ki; siz aziz ve kerimsiniz tadın bakalım ateşi! Alay ediyor yani. Burada şimdi bunu mecaz kabul etmezsek neye hamledeceğiz bunu?

-Akıl kabul etmiyor yani.

Hocaefendi: Tabii. Sayılmayacak kadar misal verilebilir bu mevzuda. Bizim konuşmalarımızın bile hemen hemen yarısı mecazdır. Hatta bazıları demişlerdir ki kelamın çoğu mecazdır, hakikat çok azdır. Yani mecaz yoktur demekten daha düşük bir görüş yoktur.

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Imam Muhammed bin Ahmed ez Dah ez Şankiti(ra): Allah mekandan münezzehtir!!


Değerli kardeşlerimiz,Vehhabilerin Allaha mekan izafe etmekle semadadir diyerek nasil ehli sünnet akidesinden uzak düştüklerini belgelemeye devam ediyoruz.Gördüğünüz resim Sudanin Mehşur Ehli Sünnet alimlerinden Muhammed Bin Ahmed ez Şankitinin(r.a)-(ölümü 30 yaşinda hicri 1404)-“El Ayetul Muhkemat” adli kitabinin 6 ci sayfasidir.Sayfada şu sözler geçiyor:

« اتفق علمـاء السنــة على أنّ الله غني عن كلّ شيء وكلَّ شيء مفتقـِر إليه، قائمٌ بنفسِه لا يحتاج إلى محـلّ ولا إلى مُخَـَصَّص، فهو الذي خلق الزمان والمكان وهو على مــا عليه كان قبل أن لا زمان و لا مكان »

“Ehli Sünnet alimleri Allahin yaratdiklarina ihtiyaci olmadiğina ve tüm yaratilanlarin ona muhtaç olduğuna dair icma etmişlerdir.Onun birilerinin ona izafe etdiyi gibi mekana ihtiyaci yoktur.O,zamanin ve mekanin yaradicisidir.Zamani ve mekani yaratmadan önce nasildiysa şimdi de öyledir.”

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yahudîlikte ve Vehhabîlerde Teşbih ve Tecsim

İngilizce “The Holy Bible” (“İncil”) dedikleri metnin “Eski Antlaşma” denilen kısmından birkaç cümle aktaracağım.

“Tarihî Kitaplar” kısmından, II Samuel 22:

7 Sıkıntı içinde RAB’be yakardım, Tanrım’a seslendim. Tapınağından sesimi duydu, Haykırışım kulaklarına ulaştı.

8 O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı, Titreyip sarsıldı göklerin temelleri, Çünkü RAB öfkelenmişti.

Burnundan duman yükseldi, Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı.

10 Kara buluta basarak Gökleri yarıp indi.

11 Bir Keruv’a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.

12 Karanlığı örtündü, Kara bulutları kendine çardak yaptı.

13 Varlığının parıltısından Korlar savruluyordu.

14 RAB göklerden gürledi, Duyurdu sesini Yüceler Yücesi.

15 Savurup oklarını düşmanlarını dağıttı, Şimşek çaktırarak onları şaşkına çevirdi.

16 RAB’bin azarlamasından, Burnundan çıkan güçlü soluktan, Denizin dibi göründü, Yeryüzünün temelleri açığa çıktı.

17 RAB yukarıdan elini uzatıp tuttu, Çıkardı beni derin sulardan.

***

Şu ifadeler dikkat çekiyor:

“Burnundan dumanlar yükseldi”

“Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı”

“Kara buluta bastı…”

“Burnundan çıkan güçlü soluk…”

Bu metinlerde tarif edilen haşa Allahü teâlâ değildir; olsa olsa hayalî bir uzay canavarı olabilir.

Dikkat ederseniz, Yahudi metinlerindeki Tanrı bir “keruva” [kanatlı bir yaratık] binip uçuyor:

Bir Keruv’a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.

Vehhabilerin bastığı kitaplardan biri de Osman bin Said el-Dârimî el-Secezî’nin [Siczî] (vefatı h. 280) Nakdu alâ Bişri’l-Merîsî isimli eseridir. Burada der ki:

Şüphesiz Allah arzu ederse, kudret ve rububiye­tinin lütfu ile bir sivrisinek sırtının üzerinde de kalabilir. Koca Arş üzerinde nasıl durmasın?

Dr. Cibril Fuad Haddad diyor ki:

İbni Kayyım Îctimau’l-Cuyuş isimli eserinde (s. 88 = s. 143) der ki, İbni Teymiyye “el-Dârimî’nin iki kitabını [Nakd el-cehmiyye ve el-Red alâ Bişr el-Merîsî] çok hararetle över ve tavsiye ederdi.”

Bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008, s. 83, dipnot no. 134.

Dr. Haddad’ın naklettiğine göre, İbni Teymiyye Beyan Telbis el-Cehmiyye isimli eserinde el-Dârimî’nin bozuk sözlerini benimsemiş ve müdafaa etmiştir. İbni Teymiyye’nin el-Dârimî’den alıp tekrar ettiği sözlere yukarıda naklettiğim -haşa- “Allahü teâlânın sivrisinek sırtının üzerinde istikrar edebileceği” şeklindeki çirkin ifade de dahildir. İşte İbni Teymiyye’nin sözü:

ولو قد شاء لاستقر على ظهر بعوضة فاستقلت به بقدرته ولطف ربوبيته

Beyan Telbis el-Cehmiyye, 1/568. 

Dr. Ebubekir Sifil de bu konuda benzer bilgiler vermektedir:

İbn Teymiyye ve İbnû’l Kayyım, içinde, Allahü tealâ hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akaid ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Nitekim İbn Teymiyye, “Şerhû’l Akîdeti’l Esfehâniyye” isimli eserinde, mezkûr ed-Dârimî’nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur…

E. Sifil, “Allahü teâlâ mahlukatına benzer mi?” başlıklı makale, Beyan Dergisi.

Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: “Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allahü teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz.

E. Sifil, “Araştırmacı Yazar Ebubekir Sifil İle” başlıklı sohbet, Gureba – Mart 2008

***

Devam edelim:

Mika 1:3:

3 İşte, RAB yerinden çıkıp gelecek, Yeryüzüne inip dağ doruklarında yürüyecek.

Yasanın tekrarı 33:26:

26 “Ey Yeşurun, sana yardım için Göklere ve bulutlara görkemle binen, Tanrı’ya benzer biri yok.

Hakimler 5:4:

4 Seir’den çıktığında, ya RAB, Edom kırlarından geçtiğinde, Yer sarsıldı, göklerden yağmur boşandı, Evet, bulutlar yağmur yağdırdı.

Yaratılış 11:5:

5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi.

Yaratılış 3:8:

8 Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı’nın sesini duydular. O’ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler.

Mezmurlar 2:4:

Göklerde oturan Rab gülüyor, Onlarla eğleniyor.

Yeseya 63:1:

1 Edom’dan, Bosra’dan Al giysiler içinde bu gelen kim? Göz kamaştırıcı giysiler içinde, Büyük güçle yürüyen kim? “O benim! Adaleti duyuran, Kurtarmaya gücü olan.”

***

İbni Teymiyye’nin ve Vehhabîlerin fikir babalarından Osman bin Said el-Dârimî de diyor ki:

Hayy (sürekli diri) olan ve kainatı idare eden zat, istediğini yapar, istediği vakit hareket eder. İstediği zaman iner, yükselir. …, kalkıp oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki fark, harekettir. Şüphesiz bütün diriler hareket eder, bütün ölüler hareketsizdir.

***

Ehl-i sünnet alimlerine göre bütün bu inanışlar küfürdür. Mesela, Allahü Teâlânın yere inip yürüyebileceğini veya bir sivrisineğin üstüne oturabileceğini söyleyen, O’nun hakkında (mahlukata hulul etmek, alemin içine girmek, cisimlerin özelliklerine sahip olmak, bir mekânda olmak, bir yönde olmak, mahlukata benzemek, sınırı ve boyutu olmak, yaratılmış sıfatlara sahip olmak isnad ettiği için) birçok yönden küfür olan bir söz söylemiş olur. Büyük alim Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî (vefatı m. 1893) diyor ki:

“Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi, s. 118)

Muhammed Hâdimî (vefatı m. 1762) rahimehullah diyor ki:

“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür….Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O’nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)

ehli sünnet ulemasinin soyledikleri istiva baslikli konu altinda mevcuttur,daha fazlasi zamanla gelecektir insallah

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yahudîler, Hıristiyanlar, Mecûsîler ve Vehhabîler Allahü teâlâyı Biliyorlar mı?

İmam Nevevî rahimehullah Müslim Şerhinde diyor ki:

قوله صلى الله عليه و سلم ( فليكن أول ما تدعوهم إليه عبادة الله فإذا عرفوا الله فأخبرهم إلى آخره ) قال القاضي عياض رحمه الله هذا يدل على أنهم ليسوا بعارفين الله تعالى وهو مذهب حذاق المتكلمين في اليهود والنصارى أنهم غير عارفين الله تعالى وان كانوا يعبدونه ويظهرون معرفته لدلالة السمع عندهم على هذا وان كان العقل لا يمنع أن يعرف الله تعالى من كذب رسولا قال القاضي عياض رحمه الله ما عرف الله تعالى من شبهه وجسمه من اليهود أو اجاز عليه البداء أو أضاف إليه الولد منهم أو أضاف إليه الصاحبة والولد وأجاز الحلول عليه والانتقال والامتزاج من النصارى أو وصفه مما لا يليق به أو أضاف إليه الشريك والمعاند في خلقه من المجوس والثنوية فمعبودهم الذى عبدوه ليس هو الله وان سموه به اذ ليس موصوفا بصفات الاله الواجبة له فاذن ما عرفوا الله سبحانه فتحقق هذه النكتة واعتمد عليها وقد رأيت معناها لمتقدمى أشياخنا وبها قطع الكلام ابوعمران الفارسى بين عامة اهل القيروان عند تنازعهم في هذه المسألة هذا آخر كلام القاضي رحمه الله تعالى. (المنهاج شرح صحيح مسلم بن الحجاج , النووي , دار إحياء التراث العربي , 1392, 1 / 199-200)

Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca, İmam Nevevî’nin açıklamasını şöyle aktarmış [köşeli parantez içindeki açıklamalar bu fakire aittir]:

Bu hususta Kaadi lyâz şunları söyler:

“Peygamber (S.A.V.) in Hz. Muaz’a, evvela yemenlileri Allah’ı tevhîd ve Muhammed (S.A.V.)’in peygamberliğini tasdike da’vet etmesini emir buyurması, onların Allah Teâlâ’yı bilmediklerine delildir”

Yahudilerle hıristiyanlar hakkında hâzik kelâm ulemasının mezhebi de budur. Yahudilerle hıristiyanlar her ne kadar ibadet ederek ellerindeki sem’i deliller icâbı Allah’ı bildiklerini göstermek isterlerse de onlar hakikatta Allah’ı bilmezler.

Gerçi akıl, bir peygamberi tanımayan kimsenin Allah Teâlâ’yı bilmesini mümteni’ saymaz ama böylesi hakkında Kaadi Iyaz şöyle der:

«Allah’ı mahlûkatına benzeten ve onu cisimleştiren yahudilerle ona çocuk veya zevce izafe eyleyen yahud ona hululü [mahlûkatın içinde bulunmak], intikali [bir yerden başka yere hareket etmek] ve imtizacı [mahlûkat ile karışmak] caiz gören Hıristiyanlar; Keza Allah’ı, lâyık olmadığı sıfatlarla vasıflandıran veya ona şerik izafe eden ve mahlûkaatı hakkında muarız davranan [yaratma hususunda kendisine muarız/rakib atfeden] mecûsilerle seneviyye fırkaları Allah’ı bilmemişlerdir. Binaenaleyh onlar kendisine ibâdet ettikleri mabutları için «Allah» da deseler Allah o değildir. Çünkü o vacibu i-vücûd olan Allah’ın sîfatlariyle mevsuf değildir. Şu halde yahudilerle Hıristiyanlar Allahu Azîmüşşânı bilmiyorlar demektir…»

Kaynak: Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınevi, İst. 1977, c.1, s.175.

Hâfız İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu’l-Bari eserinde diyor ki:

قال حذاق المتكلمين ما عرف الله من شبهه بخلقه أو أضاف إليه اليد أو أضاف إليه الولد فمعبودهم الذي عبدوه ليس هو الله وإن سموه به

Uzman/önde gelen kelâm âlimleri dediler ki: Allahü teâlâyı mahlukatına benzeten, veya O’na [uzuv veya parça ma’nâsında] el veya çocuk atfeden kişinin tapdığı Allahü teâlâ değildir; ona “Allah” dese bile.

Kaynak: Fethu’l-Bari, 359/3, Dar al-Ma’rifa, Beyrut.

İmam-ı Gazalî rahime-hullahü teâlâ diyor ki:

Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı ile kâfir olur. Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlık, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı, kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.

Kaynak: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , ,

el-Vasıyye Tercümesinde Tehlikeli Bir Hata!!


İmam-ı a’zam Ebu Hanîfe’nin (rahimehullah) el-Vasıyye isimli eseri Mustafa Öz tarafından tercüme edilmiş ve “Ebu Hanife’nin 5 Eseri” adlı çalışmanın bir kısmı olarak 1981 yılında basılmış. Bu tercüme bir bilgisayar dosyası olarak web’de bulunabiliyor. Orada, “Ebu Hanife’nin Vasiyeti” başlığı altında, şu ifade göze çarpıyor:

“Allah’ın ihtiyacı olmaksızın Arş üzerine istiva ve istikrarı vardır. Muhtaç olmaksızın Arşı ve başkalarını muhafaza eder. Eğer Allah’ın ihtiyacı olsaydı, mahlûklar gibi âlemi icad ve tedbîre kadir olamazdı. Oturmak ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş’ın yaratılmasından önce Allah’ın nerede olduğu sorusu ortaya çıkardı. Yüce Allah bundan münezzehtir.” (Mustafa Öz tercümesi)

İlk cümlede, altını çizdiğim yerde tehlikeli bir hata mevcut. Zira, “istikrar etmek” yerleşmek ve mekân tutmak ma’nâsına gelir. Tercümenin doğrusu şöyledir:

“Allahü teâlâ, ihtiyaç ve istikrar olmaksızın Arş’a istiva etmiştir.”

Metnin Arapça aslı verdigimiz resimdedir.

Dr. Fuad Haddad ilgili kısmı İngilizce’ye şu şekilde tercüme etmiştir:

“…over the Throne without His having need for it and without settlement on it as He is the preserver of the Throne and other than the Throne.” (The Four Imams and Their Schools, Muslim Academic Trust, İspanya, 2003, s. 69) [“without settlement” = “istikrar/yerleşme olmaksızın”]

Dr. Ebubekir Sifil’in tercümesi:

“[İmam Ebû Hanîfe şöyle yazmıştır:] Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş’ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş’a istiva etmiştir. O, Arş’ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş’a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş’ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir.” (Milli Gazete, 8 Ocak 2006)

“İmam Ebu Hanîfe, mesela Arş’ı istiva meselesinde el-Vasıyye’de şöyle demiştir: Allahü teâlâ Arş’ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir. Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş’ta bu noktaya dikkat çekmiştim.” (Milli Gazete, 7 Şubat 2009)

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

Imam Muhammed Mayarrah(ra) ve Akidesi!!


Hamd Allaha,Salat ve selam onun Resulune(s.a.s),Ehli Beytine(a.s) ve şerefli sahabilerine(r.a) olsun!

Değerli kardeşlerimiz,Ehli Sünnetin temel akidelerini açiklamakla vehhabi zihniyyetine cevap vermeye devam ediyoruz.Gördüğünüz resim Maliki mezhepinin büyük alimlerinden Muhammed Mayarrahin(r.a) “Ed Durrut Temin vel Mavridul Main” adli kitabin 32-33 sayfalaridir.Bu sayfalarda Imam Muhammed(r.a) diyor ki:

« أَجمعَ أَهْلُ الحَقِّ قَاطِبَةً على أنَّ الله تَعالى لاجِهَةَ له، فلا فوقَ ولا تحتَ ولايمينَ ولا شمالَ ولا أمامَ ولا خَلْفَ »

Ulema(ilim ehli) Allahin (belli bir)yönünün,sağinin,solunun,önünün,arkasinin,yukarisinin,aşağisinin bulunmadiğina dair icma etmişlerdir.

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Imam ahmed ibn Hanbel(ra) ve Tevil

Hamd Allaha,Salat ve selam onun Resulune(s.a.s),Ehli Beytine(a.s) ve şerefli sahabilerine(r.a) olsun!

Sevgili kardeşlermiz,Mücessime firkasi vehhabilerin kendilerini ehli sünnete nispet ettikleri hatta kendilerinin İmam Ahmed bin Hanbelin(r.a) yolunda gittiklerini iddia etmekdedirler.Hanbeli mezhepiyle vehhabi akidesi arasindaki farkliliklari ve imam Ahmedin(r.a) akidesinin ne yönde olduğunun belgelerini sizinle paylaşicağiz.Gördüğünüz resim İmam İbni Kesirin(r.a) “El Bidaye ven Nihaye” isimli kitabinin 10-cu cildinin 327-ci sayfasidir.Bu sayfada şu sözler geçiyor:

“Imam Beyhaki “Menakibu Ahmette”,Hakimden,O Amr bin Semmaktan,O da Hanbel Ibnu Ishaktan(Ahme bin Hanbelin Kardeşi oğlu) rivayet etmişdir ki;Ahmed Ibni Hanbel “Rabbin geldi”(fecr 22) ayetini “Rabbinin sevabi geldi” şeklinde tevil etmişdir.Sonra Beyhaki şöyle demiştir:Bu üzerinde toz bulunmayan,sağlam bir isnaddir”

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Allahin mekandan ve zamandan münezzeh olduguna bilimsel aciklama!!

Vehhabiler Allaha mekan isnad etmeleri ve bunu batıl oldugunu bir astrofizikci bile anlamis ama bazi sahsiyetler kavriyamamis. Simdi bu astrofizikcinin dedigini ve bununla beraber bizim alimlerimizden bir kac delil ile destekliyelim insallah

Hem maddeyi hem de zamanı yaratmış olan, yani her ikisinden de bağımsız bir varlık olmalıdır. 
Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross bu gerçeği şöyle açıklar:

Eğer zaman ve madde, patlamayla birlik te ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren “nedenin”, evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir!!

[Hugh Ross, Cosmos and the Creator, 1993, s. 112]

Bu astrofizikc bu evreni ve herseyi meydana getiren “nedenin” mekandan ve zamandan bagimsiz oldugunu savunuyor, ki bu astrofizikcinin meydana getiren “neden”olarak adlandirdigi seye biz ALLAHHHHHH  diyoruz!!

bunu bide bira kac  ehli sunnet alimleri tarafindan destekliyelim insallah:

1-Abu Mansur el Bağdadi El farku Beynel Firak adlı kitabında söyle demişti
Onlar (alimler) O’nun mekansız var olduğu ve üzerinden zaman geçmediği hususunda birlleşmişlerdir (icmaa meydana gelmiştir )
Allah Ondan razı olsun Müminler Emiri Ali şöyle demiştir : ” Allah arşı Kudretinin Azametini Göstermek için yaratmıştır. Kendine mekan edinmek için değil” Yine O, Şöyle demiştir: ” O ( Allah ) herhangi bir mekan yok iken vardı. O şimdi de ( mekanları yarattıktan sonra da ) ezelde olduğu gibi vardır. (mekansızdır)”

2-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el-Fıkhu’l Ebsat‘ta Allah-u Teala nerededir? sorusuna Yaratılmadan önce mekan yoktu,halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiçbiri yokken , ”nerede” mefhumu mevcut değilken Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır ” cevabının verilmesini ister.

3- Maliki mezhepinin Büyük alimlerinden Şeyh Ebu Velid Muhammed ibni Ahmet İbn Rüştün(r.a) “El Medhal” isimli kitabinin 3-cü cildinin 181-ci sayfasinda  diyor ki:

« فلا يقال أين ولا كيف ولا متى لأنه خالق الزمان والـمكان »

“Zamanin ve Mekanin yaradicisi hakkinda nerde?nasil?ve ne zaman? sorulari sorulmaz”

bunun hakkinda istiva/itikat basligi altinda bir cok delil sunduk. Zamanla yenilerini eklicez insallah 

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil, Vehhabi Fitnesi, Vehhabilik(tarih-hadis-alimler) | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.