Posts Tagged With: tabiin

Peygamber (S.A.V.)’İn Hadis Yazımına Müsaade Etmesi

 

Hadisleri inceleyenlerin bildiği gibi Peygamber (S.A.V.)’in hadis yazımını emreden, kısmen de buna müsaade eden pek çok hadisi vardır. Bu hadisler toplamı itibariyle manevî tevatür derecesine varmaktadır. Bununla beraber Peygamber (S.A.V.)’den hadis yazımını nehyeden birkaç hadis de varid olmuştur.

Ancak günümüz bazı müslüman yazarlan ve oryantalistler nezdinde sadece nehiy hadisleri yaygınlık kazanmış görünmek­tedir. Hadislerin yazımını emreden ve buna müsaade eden ha­disler çok olmasına rağmen göz ardı edilmektedir. Bu hadisler muteber kaynaklar da hiç yer almamış gibi davramlmaktadır. Kanaatimce bu durum iki nedene dayanmaktadır:

1. Hadislerin yazımını nehyetme, [tabiatıyla] daha dikkat çekici olduğundan nehiy hadisleri yayılmış ve meşhur olmuştur.

2. Mezkur yazarların temellendirip pekiştirmek istedikleri bir takım emellerden dolayı nehiy hadisleri daha fazla bilinir olmuştur.

Aşağıda her iki grup hadisleri zikrederek, bunlar arasında nasıl bir telif yapılacağını gösterdik.

Önce birinci grup hadisleri arzedelim:

1. Ebu Hureyre der ki: “İbni Amr hariç Allah Rasûlünün ashabmdan hiç kimse benim kadar hadis toplamış değildir. Zira o yazıyor, ben ise yazmıyordum.[1]

2. Abdullah b. Amr b. As şöyle der: “Allah Rasûlü’nden duyduğum  herşeyi yazıyordum.   Kureyşliler beni yazmaktan nehyedip, şöyle dediler: ‘Her şeyi yazıyorsun. Halbuki Allah Rasûlü de bir beşerdir. O da rıza ve öfke halinde konuşur.’ Bundan dolayı Peygambere durumu bildirinceye kadar yaz­mayı bıraktım. Allah Rasûlü’ne durumu bildirdiğimde parmağıyla ağzını göstererek şöyle buyurdu: ‘Yaz, nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki bu ağızdan hakktan gayrisi çıkmaz.[2]

3. Ebu Hureyre şöyle rivayet ediyor: Ensardan bir adam şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü senden bir hadis duyuyorum da bu hoşuma gidiyor; fakat onu ezberleyemiyorum.” Allah Rasûlü “sağ elinden yardım dile” diyerek yazmasını işaret etti.[3]

4. Allah Rasûlü’nden şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ebu Şâh için yazınız.” Ebu Şâh, Allah Rasûlü’nün Mekke’de îrâd et­tiği hutbeyi dinleyince “Ey Allah’ın Rasûlü bunu benim için ya­zınız.”diye istekte bulunur. Allah Rasûlü de sözkonusu emri verir.[4]

5. Hz. Aişe Allah Rasûlü’nün hastalığında kendisine şöyle buyurduğunu  naklediyor:   “Bana  pederin ve  kardeşin  olan Ebubekr’i çağır ki, bir şeyler yaz[dır]ayım. Zira ben herhangi bir isteklinin temennide bulunup ‘ben bu işe daha layıkım.’ deme­sinden korkuyorum. Oysa Allah ve müminler Ebubekir hariç herhangi birinin buna kalkışmasına müsaade etmez.[5]

6. İbni Abbas der ki; Peygamber (S.A.V.)’in ağnsı artınca şöyle buyurdu: “Bana kürek kemiği ve divit ya da tahta ve divit getirin. Size sayesinde asla dalâlete düşmeyeceğiniz bîr şey yazayım.[6]

7.  Peygamber (S.A.V.)’in bazı kral ve yöneticilere mektup­lar yazdığı tarihî bakımdan sabittir.

8. Peygamber (S.A.V.)’in emri üzerine zekatla ilgili hü­kümler, zekata tabi mallar ve zekatın miktarı iki sayfayı doldura­cak şekilde detaylı bir tarzda yazılıp, emir ve valilere gönderilmistir. Bu yazı Ebubekir es-Sıddık (r.a.) ve Ebubekir b. Amr b. Hazm’ın evinde muhafaza edilmiştir.[7]

9. Vâil b. Hucr memleketi Hadramevt’e dönmek istediği zaman Allah Rasûlü (S.A.V.), içinde namaz, oruç, faiz, içki v.b. şeylerle ilgili hükümler bulunan bir mektup (kitab) verir.[8]

10. Emîru’l-Müminin Ömer b. el-Hattâb, ashaba dönüp kadına kocasının diyetinden bir pay verilip verilmeyeceği konu­sunda Allah Rasûlü’nün bir uygulamasının olup olmadığını so­runca   Dahhak  b.   Süfyan  kalkıp  şöyle   dedi:   “Evet,  Allah Rasûlü’nün mektubunda bu konu açıklanmaktadır.[9]

[1] Buharı, İlm, 39, hadis nr: 113; Tirmizî, Menâkıb, 110, hadis nr 4094′ Dârimî, 483

 

[2] Ebu Davud, İlm, 3, hadis nr: 3641; Ahmed, el-Müsned, 2/162; Hâkim; el-Müstedrek; Darimî, Men Rahhasa fi Kitabeti’1-İlm, 484

 

[3] Tirmizi, İlm, 12, hadis nr: 2803 Tirmizî, hadisi rivayet ettikten sonra şöyle der: Bu hadis, münkerdir.

 

[4] Buharı, İlm, 39, hadis nr: 112; Buharı, Lukata, 7, hadis nr: 2434; Ebu Davud, İim, 3, hadis nr: 3644

 

[5] Müslim, Fezâİlu’s-Sahâbe, 1, hadis nr: 6131

 

[6] Buharı, Cizye, 2, hadis nr: 3168; Müslim, Vasiyye, 5, hadis nr: 4209

 

[7] Darekutnî, Zekât, 2/113-117; Ebubekir’in sahifesini Buharî, Zekatu’l-Ganem adlı babta (33, hadis nr: 1454) rivayet etmiştir. Ancak Buharî’de bu yazının Peygamber (SAV) döneminde yazıldığına dair bir açıklama yoktur. Bu mektubu Hz. Ebubekir’in Enes’e yazdığı ve içindekileri Allah Rasûlü (S.A.V)’e isnad ettiği kaydedilmektedir.

 

[8] Taberanî, el-Mucemu’s-Sağir, 242

 

[9] Darekutnî, 2/485

Kaynak: Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 94-96.

 

Categories: Dinimizin kaynakları | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi İle Sıfatlar ve Mecaz Üzerine

-Akide müslümanın hayatında en temel esas olduğuna göre akideyi muhafaza etmek de müslümanın temel vazifelerinden birisi. Fakat bazen de akideyi koruyacağım diye akideyi bozucu durumlar meydana geliyor. Mesela sıfatlar meselesinde bu çokça yapılıyor. Kur’an ve Sünnette geçen Allah celle celâluhu’ya ait sıfatları nasıl anlamalıyız? Selef nasıl anlamıştır? Ve günümüzde Selef’in anlayı

şını sürdürdüğünü söyleyen insanlarla gerçekte Selef’in anlayışı arasındaki farklar nedir?

Hocaefendi: Şimdi sıfat meselesinde sahabe ve tabiinin ilk dönemlerinde herhangi bir ihtilaf yoktu. Tabiin döneminin sonlarına doğru bu konuda bir takım ihtilaflar çıkmıştır. Sahabe ve tabiinin ilk dönemlerinde ihtilafın çıkmamasının sebebi onların akideyi bizzat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den almasıdır. Onlar akideyi sağlam anlamışlar ve sağlam aktarmışlar. İkincisi onların Arap dilini çok iyi bilmeleriydi. Onlar aralarında konuşurken muhataplarının kastettiği manayı nasıl anlıyorlarsa Kuran ve Sünnetteki lafızların da muradını öylece anlıyorlardı. Sonradan tabiinin son dönemlerinde Arapçada ucmet yani yabancılık, karışıklık meydana geldi. Karışıklık çıkınca dilde anlamlar da farklı anlaşılmaya başlandı. Dil karışınca bazı insanlar sahabe ve tabiin gibi Kur’an ve Sünnet’teki lafızları anlamamaya başladılar. Mesela Kur’an-ı Kerim Arapça diliyle geldiğinden dolayı Arapların üslubunda gelmiştir.

Arap dilinde ve hâkezâ her dilde hakikat, mecaz ve kinaye vardır. Sahabeler hakikati hakikat, mecazı mecaz, kinayeyi de kinaye anlamışlar. Ama sonradan gelenler Arapça’nın sahih anlayışı azalmaya başlayınca bazı mecâzî ifadeleri hakikat gibi anlamışlar. Mesela Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları hakkında birçok ayetlerde mecaz olarak gelmiştir. Sahabeler de nasıl ki kendi aralarında konuştukları zaman bu ifadeleri mecaz olarak anlıyorlarsa yine aynı şekilde bu tür ifadeleri de mecaz olarak anlamışlardır. Mesela yed meselesi. Kur’an-ı Kerim’deتبارك الذي بيده الملك buyruluyor. Mülk damme ile milk değil, ikisi ayrı şeyler. Mülk saltanat-ı mülkiyet demektir, milk ise mal demektir. Ama tabii Türkçede mala mülk denilir, o ayrı. Bakın orada “Mülk elindedir” deniliyor. Bu tabiri hem Araplar hem de Arap olmayanlar mecâzî olarak anlarlar. Yani saltanat sahibi demektir. Burada bu kelam Cenâb-ı Hakk’ın her şeye mâlik olduğu, her şeye gücü ve kudreti yettiğini ifade etmek için gelmiştir. Yoksa hâşâ Allah Teâlâ’nın bir eli olduğunu ifade etmek için gelmemiştir. Mesela Türkçe’de de deriz ki; şehir falanın elindedir. Hakikaten elinde midir? Bu kelamda o kişiye bildiğimiz el mi isnad edilmektedir, yoksa saltanat ve idarecelik mi isnad edilmektedir? Maksud hangisidir? Saltanat ve idarecilik isnad etmektir. Bu ayet-i kerime de bunu ifade etmek için inzal olunmuştur. Ama bazı insanlar hâşâ Allah’ın yed’i anlamışlar.

Mesela Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm “İnsanın kalbi Rahman’ın iki parmağı arasındadır. İstediği gibi çevirir” buyuruyor. Burada maksat Cenâb-ı Hakk’ın parmağı olduğunu ispatlamak değildir, insanın kalbinde kudret ve iradesini ispatlamaktır. Araplar da bunu mecâzî olarak anlamıştır. Çünkü bunu zahiren anlarsak o halde Cenâb-ı Hakk’a hâşâ milyarlarca parmak lazım gelirdi. Her insanın kalbinde iki parmak olduğuna göre siz sayıyı düşünün. Bunu akıllı insan diyebilir mi? Birde Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de sıfatları bir şekilde istimal etmemiştir. İlim, kudret, kibriyâ, azamet, rahmet ve gazab gibi sıfatları kendisine isnâd-ı tâm yoluyla isnad eylemiştir. İsnâd-ı tâm’ı biliyorsunuzdur sarf ve nahivden. ان الله عليم بما تعملون mübtedâ haber, fiil ve faildir. İşte bu isnad-ı tâmdır. رحمهم الله و غضب عليهم mesela böyle hep isnâd-ı tâm yoluyla isnâd edilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu şekilde kendine isnad eylediği sıfatları biz de Allah Teâlâ’ya isnad eyliyoruz. Ama mesela yed, parmak, kadem gibi lafızlar ise izafe yoluyla söylenmiştir, isnad yoluyla değil. İkincisi bu lafızların geçtiği ayetlerde bu lafızların zahirini Allah’a isnad etmek için değil, belki başka bir şeyi Allaha isnad etmek için söylenmiştir. Mesela تبارك الذي بيده الملك ayetinde maksud saltanat ve hakimiyeti Allah’a ispatlamak içindir, yoksa eli ispatlamak için değildir. Hâşâ Allah Teâlâ’nın baldırı vardır diye ne Araplar, ne sahabe ne de bir kimse böyle anlamıştır. İşte işin aslı problem Allah’ın kendisine izafe yoluyla nisbet ettiği tabirlerdedir. İşte biz bunları selim bir bakışla anlamalıyız ki zahir mana vermeden tecsim ve teşbihe düşmeyelim. Bu ifadeler mecâzîdir, edebî kinayelerdir. Böyle olduğu için sahabeler Peygamberimize bunu hiç sormamışlar.

-Hiç konuşmamışlar değil mi hocam?

Hocaefendi: Tabii. Niye konuşsunlar ki? Biz şimdi birbirimizle konuşurken soruyor muyuz neyi kastettin diye. İşte onlar da aynı şekilde mecazları mecaz, hakikatleri hakikat, kinâyeleri kinâye olarak anlıyorlardı. Sorun sonradan çıkmıştır. Ucmetin yani yabancılığın Arapça’ya girmesiyle bazı kişiler bu meseleleri yanlış anlamışlardır.

-Hocam, bazıları şöyle diyorlar: Allah madem ki kendine el, gökte olmak gibi şeyleri isnad etmiştir. O halde biz de deriz ki; “Allahın eli vardır ama şanına layık bir eldir, göktedir ama şanına layık bir şekilde göktedir.” Böyle bir şey söylenebilir mi? Sahabeden veya tabiinden böyle bir nakil gelmiş mi?

Hocaefendi: Şimdi gök meselesi ayrı mesele ona şimdi girmeyelim. Ama mesela yed kelimesini tercüme ederek söylemek de caiz değildir. Çünkü ayetlerdeki yed el anlamında değildir ki böyle diyesiniz? Kelamın tümü başka bir manayı ifade ediyor o ayetlerde. Tabii bunlar Kur’an’da geçtiği için mesela علي عين, باعيننا, لما خلقت بيدي, بايدينا gibi. Bunlar müfred, tesniye ve cemî olarak gelmiştir. İşte bu yüzden bazı selef-i salihinden zatlar bunlara sıfat tabirini kullanmıştır. Mesela demişlerdir ki; yed, kadem, ayn gibi tabirler birer sıfattır ama biz muhtevasını bilmeyiz. Onlar âzâ, uzuv olduğunu nefyediyorlar, fakat hakkında hiçbir şey söylemeden maksudun ne olduğunu açıklamadan kabul ediyorlar.

-Yani te’vil-i icmâlî yapıyorlar.

Hocaefendi: Evet. Uzuvdan nefyediyorlar, sıfat diyorlar ama manasını Allaha havale ediyorlar. Ama iş burada kalsa iyi. Bazıları eldir ama bizim gibi değil, gözdür ama bizimki gibi değil gibi sözler söylemişler. Ben bu tabiri beğenmiyorum. Kanaatime göre bu şekilde tabirler kullanmak caiz değildir. Çünkü bu söyleyişte sanki uzuvdur ama bizim gibi uzuv değildir gibi mana yatıyor. Menhecü’l Eşâire adlı kitabımda da yazmıştım bu meseleyi. Ayağı vardır ama insan ayağı gibi değildir, eli vardır ama insan eli gibi değildir denmez. Ama rahmet sahibidir ama insanın ki gibi değildir, gazab sahibidir ama insanın ki gibi değildir denilir. Çünkü bunlar manevi sıfatlardır, âzâ değildir. Ben bu tabiri tasvip etmiyorum.

-Peki seleften var mı böyle söyleyen?

Hocaefendi: Bazıları kullanmışlar.

-Hocam mecazı kabul etmeme meselesi İslam tarihinde ne zaman ortaya çıktı?

Hocaefendi: Şimdi ne zaman ortaya çıktığı çok da mühim değildir, çoktan vardır ama ilmî görüşler içinde bu görüşten daha düşük bir görüş yoktur. Çünkü bir defa Arap dili değil sadece hiçbir dil mecazsız yaşamaz, fesahat mecazsız meydana gelmez. Mecazsız dil olmaz. Mesela Cenâb-ı Hak buyuruyor ki; واحفظ لهما جناح الذل من الرحمة züll’ün bir kanadı var mıdır? Yoktur. Yine buyurur; ذق انك انت العزيز الكريم ehl-i cehennem azîzü’l kerim midir? Demek istiyor ki; siz aziz ve kerimsiniz tadın bakalım ateşi! Alay ediyor yani. Burada şimdi bunu mecaz kabul etmezsek neye hamledeceğiz bunu?

-Akıl kabul etmiyor yani.

Hocaefendi: Tabii. Sayılmayacak kadar misal verilebilir bu mevzuda. Bizim konuşmalarımızın bile hemen hemen yarısı mecazdır. Hatta bazıları demişlerdir ki kelamın çoğu mecazdır, hakikat çok azdır. Yani mecaz yoktur demekten daha düşük bir görüş yoktur.

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.