Posts Tagged With: kuranda mecaz

Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi İle Sıfatlar ve Mecaz Üzerine

-Akide müslümanın hayatında en temel esas olduğuna göre akideyi muhafaza etmek de müslümanın temel vazifelerinden birisi. Fakat bazen de akideyi koruyacağım diye akideyi bozucu durumlar meydana geliyor. Mesela sıfatlar meselesinde bu çokça yapılıyor. Kur’an ve Sünnette geçen Allah celle celâluhu’ya ait sıfatları nasıl anlamalıyız? Selef nasıl anlamıştır? Ve günümüzde Selef’in anlayı

şını sürdürdüğünü söyleyen insanlarla gerçekte Selef’in anlayışı arasındaki farklar nedir?

Hocaefendi: Şimdi sıfat meselesinde sahabe ve tabiinin ilk dönemlerinde herhangi bir ihtilaf yoktu. Tabiin döneminin sonlarına doğru bu konuda bir takım ihtilaflar çıkmıştır. Sahabe ve tabiinin ilk dönemlerinde ihtilafın çıkmamasının sebebi onların akideyi bizzat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den almasıdır. Onlar akideyi sağlam anlamışlar ve sağlam aktarmışlar. İkincisi onların Arap dilini çok iyi bilmeleriydi. Onlar aralarında konuşurken muhataplarının kastettiği manayı nasıl anlıyorlarsa Kuran ve Sünnetteki lafızların da muradını öylece anlıyorlardı. Sonradan tabiinin son dönemlerinde Arapçada ucmet yani yabancılık, karışıklık meydana geldi. Karışıklık çıkınca dilde anlamlar da farklı anlaşılmaya başlandı. Dil karışınca bazı insanlar sahabe ve tabiin gibi Kur’an ve Sünnet’teki lafızları anlamamaya başladılar. Mesela Kur’an-ı Kerim Arapça diliyle geldiğinden dolayı Arapların üslubunda gelmiştir.

Arap dilinde ve hâkezâ her dilde hakikat, mecaz ve kinaye vardır. Sahabeler hakikati hakikat, mecazı mecaz, kinayeyi de kinaye anlamışlar. Ama sonradan gelenler Arapça’nın sahih anlayışı azalmaya başlayınca bazı mecâzî ifadeleri hakikat gibi anlamışlar. Mesela Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları hakkında birçok ayetlerde mecaz olarak gelmiştir. Sahabeler de nasıl ki kendi aralarında konuştukları zaman bu ifadeleri mecaz olarak anlıyorlarsa yine aynı şekilde bu tür ifadeleri de mecaz olarak anlamışlardır. Mesela yed meselesi. Kur’an-ı Kerim’deتبارك الذي بيده الملك buyruluyor. Mülk damme ile milk değil, ikisi ayrı şeyler. Mülk saltanat-ı mülkiyet demektir, milk ise mal demektir. Ama tabii Türkçede mala mülk denilir, o ayrı. Bakın orada “Mülk elindedir” deniliyor. Bu tabiri hem Araplar hem de Arap olmayanlar mecâzî olarak anlarlar. Yani saltanat sahibi demektir. Burada bu kelam Cenâb-ı Hakk’ın her şeye mâlik olduğu, her şeye gücü ve kudreti yettiğini ifade etmek için gelmiştir. Yoksa hâşâ Allah Teâlâ’nın bir eli olduğunu ifade etmek için gelmemiştir. Mesela Türkçe’de de deriz ki; şehir falanın elindedir. Hakikaten elinde midir? Bu kelamda o kişiye bildiğimiz el mi isnad edilmektedir, yoksa saltanat ve idarecelik mi isnad edilmektedir? Maksud hangisidir? Saltanat ve idarecilik isnad etmektir. Bu ayet-i kerime de bunu ifade etmek için inzal olunmuştur. Ama bazı insanlar hâşâ Allah’ın yed’i anlamışlar.

Mesela Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm “İnsanın kalbi Rahman’ın iki parmağı arasındadır. İstediği gibi çevirir” buyuruyor. Burada maksat Cenâb-ı Hakk’ın parmağı olduğunu ispatlamak değildir, insanın kalbinde kudret ve iradesini ispatlamaktır. Araplar da bunu mecâzî olarak anlamıştır. Çünkü bunu zahiren anlarsak o halde Cenâb-ı Hakk’a hâşâ milyarlarca parmak lazım gelirdi. Her insanın kalbinde iki parmak olduğuna göre siz sayıyı düşünün. Bunu akıllı insan diyebilir mi? Birde Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de sıfatları bir şekilde istimal etmemiştir. İlim, kudret, kibriyâ, azamet, rahmet ve gazab gibi sıfatları kendisine isnâd-ı tâm yoluyla isnad eylemiştir. İsnâd-ı tâm’ı biliyorsunuzdur sarf ve nahivden. ان الله عليم بما تعملون mübtedâ haber, fiil ve faildir. İşte bu isnad-ı tâmdır. رحمهم الله و غضب عليهم mesela böyle hep isnâd-ı tâm yoluyla isnâd edilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu şekilde kendine isnad eylediği sıfatları biz de Allah Teâlâ’ya isnad eyliyoruz. Ama mesela yed, parmak, kadem gibi lafızlar ise izafe yoluyla söylenmiştir, isnad yoluyla değil. İkincisi bu lafızların geçtiği ayetlerde bu lafızların zahirini Allah’a isnad etmek için değil, belki başka bir şeyi Allaha isnad etmek için söylenmiştir. Mesela تبارك الذي بيده الملك ayetinde maksud saltanat ve hakimiyeti Allah’a ispatlamak içindir, yoksa eli ispatlamak için değildir. Hâşâ Allah Teâlâ’nın baldırı vardır diye ne Araplar, ne sahabe ne de bir kimse böyle anlamıştır. İşte işin aslı problem Allah’ın kendisine izafe yoluyla nisbet ettiği tabirlerdedir. İşte biz bunları selim bir bakışla anlamalıyız ki zahir mana vermeden tecsim ve teşbihe düşmeyelim. Bu ifadeler mecâzîdir, edebî kinayelerdir. Böyle olduğu için sahabeler Peygamberimize bunu hiç sormamışlar.

-Hiç konuşmamışlar değil mi hocam?

Hocaefendi: Tabii. Niye konuşsunlar ki? Biz şimdi birbirimizle konuşurken soruyor muyuz neyi kastettin diye. İşte onlar da aynı şekilde mecazları mecaz, hakikatleri hakikat, kinâyeleri kinâye olarak anlıyorlardı. Sorun sonradan çıkmıştır. Ucmetin yani yabancılığın Arapça’ya girmesiyle bazı kişiler bu meseleleri yanlış anlamışlardır.

-Hocam, bazıları şöyle diyorlar: Allah madem ki kendine el, gökte olmak gibi şeyleri isnad etmiştir. O halde biz de deriz ki; “Allahın eli vardır ama şanına layık bir eldir, göktedir ama şanına layık bir şekilde göktedir.” Böyle bir şey söylenebilir mi? Sahabeden veya tabiinden böyle bir nakil gelmiş mi?

Hocaefendi: Şimdi gök meselesi ayrı mesele ona şimdi girmeyelim. Ama mesela yed kelimesini tercüme ederek söylemek de caiz değildir. Çünkü ayetlerdeki yed el anlamında değildir ki böyle diyesiniz? Kelamın tümü başka bir manayı ifade ediyor o ayetlerde. Tabii bunlar Kur’an’da geçtiği için mesela علي عين, باعيننا, لما خلقت بيدي, بايدينا gibi. Bunlar müfred, tesniye ve cemî olarak gelmiştir. İşte bu yüzden bazı selef-i salihinden zatlar bunlara sıfat tabirini kullanmıştır. Mesela demişlerdir ki; yed, kadem, ayn gibi tabirler birer sıfattır ama biz muhtevasını bilmeyiz. Onlar âzâ, uzuv olduğunu nefyediyorlar, fakat hakkında hiçbir şey söylemeden maksudun ne olduğunu açıklamadan kabul ediyorlar.

-Yani te’vil-i icmâlî yapıyorlar.

Hocaefendi: Evet. Uzuvdan nefyediyorlar, sıfat diyorlar ama manasını Allaha havale ediyorlar. Ama iş burada kalsa iyi. Bazıları eldir ama bizim gibi değil, gözdür ama bizimki gibi değil gibi sözler söylemişler. Ben bu tabiri beğenmiyorum. Kanaatime göre bu şekilde tabirler kullanmak caiz değildir. Çünkü bu söyleyişte sanki uzuvdur ama bizim gibi uzuv değildir gibi mana yatıyor. Menhecü’l Eşâire adlı kitabımda da yazmıştım bu meseleyi. Ayağı vardır ama insan ayağı gibi değildir, eli vardır ama insan eli gibi değildir denmez. Ama rahmet sahibidir ama insanın ki gibi değildir, gazab sahibidir ama insanın ki gibi değildir denilir. Çünkü bunlar manevi sıfatlardır, âzâ değildir. Ben bu tabiri tasvip etmiyorum.

-Peki seleften var mı böyle söyleyen?

Hocaefendi: Bazıları kullanmışlar.

-Hocam mecazı kabul etmeme meselesi İslam tarihinde ne zaman ortaya çıktı?

Hocaefendi: Şimdi ne zaman ortaya çıktığı çok da mühim değildir, çoktan vardır ama ilmî görüşler içinde bu görüşten daha düşük bir görüş yoktur. Çünkü bir defa Arap dili değil sadece hiçbir dil mecazsız yaşamaz, fesahat mecazsız meydana gelmez. Mecazsız dil olmaz. Mesela Cenâb-ı Hak buyuruyor ki; واحفظ لهما جناح الذل من الرحمة züll’ün bir kanadı var mıdır? Yoktur. Yine buyurur; ذق انك انت العزيز الكريم ehl-i cehennem azîzü’l kerim midir? Demek istiyor ki; siz aziz ve kerimsiniz tadın bakalım ateşi! Alay ediyor yani. Burada şimdi bunu mecaz kabul etmezsek neye hamledeceğiz bunu?

-Akıl kabul etmiyor yani.

Hocaefendi: Tabii. Sayılmayacak kadar misal verilebilir bu mevzuda. Bizim konuşmalarımızın bile hemen hemen yarısı mecazdır. Hatta bazıları demişlerdir ki kelamın çoğu mecazdır, hakikat çok azdır. Yani mecaz yoktur demekten daha düşük bir görüş yoktur.

Categories: Istiva/Itikat, Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Mecaz!!

(El-Üsûl-ül-erbe’a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitâbında ikinci aslın sonunda, fârisî olarak diyor ki: Vehhâbîler ve bunlar gibi mezhebsizler (Mecâz)ve (İsti’âne) ne demek olduğunu anlıyamıyorlar. Bir kimsenin bir iş yapdığını söylemeğe, bu söz mecâz olarak söylenmiş olsa bile, hemen şirk ve küfr diyorlar.

Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, bir işin hakîkî yapıcısının kendisi olduğunu, mecâzî yapıcısının da kullar olduğunu bildirmekdedir. En’âm sû

resinin elliyedinci âyetinde ve Yûsüf sûresinde, bir âyetde meâlen, (Hükm, ancak Allahındır), yanî hâkim yalnız Allahü teâlâdır, buyuruldu. Nisâ sûresinin altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hâkim yapmadıkça, îmân etmiş olmazlar) buyurulmuşdur. Birinci âyet-i kerîme, hakîkî hâkimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i kerîme ise, insana da, mecâz olarak hâkim denileceğini bildiriyor.

Her müslimân, diriltenin ve öldürenin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bilmekdedir. Çünki, Yûnüs sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Dirilten ve öldüren, yalnız Odur) ve Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Ölüm zemânında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor) buyuruldu. Secde sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesinde ise, meâlen, mecâz olarak, (Öldürmek için vekîl yapılmış olan melek sizi öldürüyor) buyuruldu. [Mâide sûresinin 30.cu âyetinde (Âdem aleyhisselâmın oğlu, kardeşini öldürdü) buyuruyor. Bu âyet-i kerîme, Vehhâbîleri rezîl etmekdedir.

Hastalara şifâ veren yalnız Allahü teâlâdır. Çünki, Şü’arâ sûresinin sekseninci âyetinde meâlen, (Hasta olduğum zemân, bana ancak O şifâ verir)buyuruldu. Âl-i İmrân sûresinin kırkdokuzuncu âyetinde ise meâlen, Îsâ aleyhisselâmın, (A’mânın gözünü açarım ve Baras illetini iyi ederim ve Allahü teâlânın izni ile, ölüleri diriltirim) dediğini bildirmekdedir. [Baras, ebreş (Vitiligo) denilen cild hastalığıdır. Derinin rengi gider. Büyük beyâz lekeler olur. Yâhud, albino hastalığıdır. Vücûdun temâmı beyâzdır.]

İnsana evlâd veren, hakîkatde Allahü teâlâdır. Cebrâîl aleyhisselâmın ise, mecâz olarak, (Sana, temiz bir oğul veririm) dediğini, Meryem sûresinin onsekizinci âyeti bildirmekdedir.

İnsanın hakîkî sâhibi Allahü teâlâdır. Bekara sûresinin ikiyüzelliyedinci âyetinin meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) bunu açıkca bildiriyor. Mâide sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Sizin velîniz, Allahdır ve Onun Resûlüdür) ve Ahzâb sûresinin altıncı âyetinde meâlen,(Peygamber, mü’minlere, kendilerinden dahâ çok sâhibdir!) buyurarak, kulun da mecâz olarak velî olduğu bildirilmekdedir.

Bunlar gibi hakîkî yardımcı, Allahü teâlâdır. Kullarına da, mecâz olarak mu’în demişdir. Mâide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (İyilikde ve takvâda birbirinize yardımcı olunuz!) buyuruldu.

Categories: Istigase | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.