Posts Tagged With: peygamber

Sünnetin delil oluşu(5)

Beşinci Grup Âyetler:

Burada zikredeceğimiz âyetler, Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber (s.a.v)’i kendisine vahy-i metlûv yoluyla veya vahy-i metlûv dışındaki vahyettiği şeylere uymakla ve kendisi­ne indirilen bütün şeyleri tebliğ etmekle mükellef tuttuğunu, kendi­sine indirilen şeyleri değiştirmek, bozmak veya herhangi bir şeyi noksanlaştırmaktan nehyettiğini ifade eden âyet-i kerîmelerdir.

Vereceğimiz bu âyetler, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’nü, kendisine indirilen bazı şeyleri gizlemesini veya değiştir­mesini isteyen kimselerden koruduğunu, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, tebliğ emrine tamamen uyduğunu, peygamberlik vazifesini hakkıyla yerine getirdiğini, onu en mükemmel şekilde îfâ ettiğini ve insanları sırat-ı müstakime götürdüğünü ifade etmektedir. Bu âyetler, ayrıca Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendisine indirilen bütün şeyleri tebliği vasıtasıyla, ümmet için İslâm dinini tamamladığını, Hz. Peygamber (s.a.v)’in büyük bir ahlâk üzere olduğunu göstermek­tedir. Ahlâk, bütün ihtiyarî söz ve fiillerin kaynağıdır. Hz. Peygam­ber (s.a.v), büyüklük ve güzellikte Allah katında en son noktada olunca, kendisinden meydana gelen söz ve fiiller de aynı şekilde en güzel hâlde olmaktadır.

Şayet Hz. Peygamber (s.a.v), Allah Teâlâ’nın emrettiklerinin hilâfına bir hüküm bildirseydi ve fiilî uygulamada bulunsaydı yahut yasak olan bir şeyi emredip, helâl ve hayır olandan nehyetseydi; teb­liğ emrine uymuş ve sırat-ı müstakime sevketmiş olmaz, bilakis üm­metini sapıtmış ve yukarıda zikrettiğimiz bütün sıfatlarda, Allah Teâlâ’mn hüsn-i şehâdetini kaybetmiş olurdu.

Bütün bunlar, sünnetin gerçek bir delil ve ona yapışmanın vâcib olduğunu göstermektedir.

İşte ilâhî emir ve şahidleri:

Allah Teâlâ, buyurmuştur ki: “Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah, herşeyi bilici ve her hükümde hikmet sahibidir. Rabbinden sana vahyedilene uy. Mu­hakkak Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”[1]

“Sana Rabbin tarafından vahdeyilene tâbi ol. Ondan başka ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir.”[2]

“Sonra, (ey Rasûlüm) seni dinden bir yol (şeriat) üzere görevli kıldık. Onun için sen, o şeriata uy da ilmi olmayanların arzu ve is­teklerine uyma.” Câsiye, 18.

“Ey Rasûlüm, sana da bu hak Kitab’ı (Kur’ân’ı), kendisinden önceki kitabları hem tasdikçi, hem onların üzerine bir şahid olarak indirdik. O halde sen, ehl-i kitab arasında Allah’ın gönderdiği hü­kümlerle hüküm ver. Sana gelen bu haktan ayrılıp da onların arz­ları arkasından gitme. Ey insanlar! Sizden her bir peygamber için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi hepinizi tek şeriata bağlı bir ümmet yapardı. Fakat sizi, size verdiği dinle imtihan edip iyiyi kötüden seçmek için sizi serbest bıraktı. O halde siz, hayırlı işler yapmakta birbirinizle yarışın. Sonunda hepinizin dönüşü Al­lah’adır. O gün, din hakkında düştüğünüz ihtilâfları, Allah size ha­ber verecektir.”
“Ve şu emri de indirdik; Aralarında, Allah’ın indirdiği hüküm­lerle hüküm ver. Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından, seni şaşırtırlar diye, kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüz çevirirlerse, bil ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle, başlarına mutlaka bir musibet getirmek di­liyor. Şüphesiz insanların çoğu fâşıktırlar.”[3]

“Ey şanlı Peygamber! Rabbin tarafından sana indirilen şeyleri tamamen tebliğ et. Eğer tebliği tam yapmazsan, Allah’ın peygambe­lik görevini yerine getirmiş olmazsın. Allah, seni insanların zararla­rından koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah, kâfirler topluluğuna
mu­vaffakiyet vermeyecektir.”[4]

Bir başka ilâhî mesaj:

“Ey Rasûlüm! İşte sana, böylece emrimizden bir ruh (Kur’ân) vahyettik. (Halbuki daha önce) Sen kitab nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat biz, o Kitab’ı bir nûr yaptık. Onunla kullarımızdan dile­diğimize hidâyet vereceğiz ve muhakkak sen, doğru bir yola (islâm’a) çağırıyorsun. O Allah’ın yoluna ki, göklerde ve yerde ne varsa hep onundur.”[5]

“(Ey Rasûlüm!) Eğer senin üzerinde Allah’ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir topluluk, seni haktan kesin şaşırtmaya azmetmişti. Aslında onlar, kendilerinden başkalarını saptıramazlar ve sana hiçbir şekilde zarar da veremezler. Hem nasıl zarar verebilirler ki; Allah, sana Kitab’ı ve hikmeti indirdi, daha önce bilmediklerini öğretti. Allah’ın senin üzerindeki lütfü ve ihsanı çok büyüktür.”[6]

Bir başka uyarı:

“Artık yemin ederim, gördüklerinize ve görmediklerinize! Şüp­hesiz o Kur’ân, şerefli bir Peygamber’in (Allah’tan) getirdiği sözdür. O bir şâir sözü değildir. Siz, pek az inanıp tasdik ediyorsunuz. Bir kâhin sözü de değildir. Siz, pek az düşünüyorsunuz. O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer o Peygamber, bazı sözler uydurup bize isnad etmeye kalkışsaydı, elbet onu kuvvetle yakalar ve kendisinden intikam alırdık. Sonra da onun hayat damarlarını kesip atardık. O vakit, sizden kimse buna mâni de olamazdı.”[7]

Bir başka tasdik:

“Ey Rasûlüm de ki: ‘İşte benim yolum (vazifem) budur (Allah’ın dinine davettir). Ben, bir görüş ve anlayış üzere, insanları, Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar, böyleyiz. Allah’ı bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Ben, müşriklerden değilim.”[8]

 Diğer ilâhî tasdik ve şahidlikler:

“Rasûl, kendilerine iyiliği emrediyor, kötülükten nehyediyor; on­lara (nefislerine) haram ettikleri şeyleri helâl kılıyor, murdar şeyleri de haram kılıyor, onların ağır yüklerini, üzerlerindeki bağlarını indiriyor.”[9][145]

“Şüphesiz sen, onları, sırât-ı müstakime çağırıyorsun.” Mü’minûn, 73.

“Yasin! Kur’an-ı Hakîm’e yemin olsun ki, şüphesiz sen, dosdoğ­ru bir yol üzerinde (tarafımızca) gönderilmiş peygamberlerdensin. O Kur’ân, Azız ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir.”[10]

“Sen, Allah’a tevekkül et. Şüphesiz sen, apaçık bir hak üzeresın.[11]

“Bugün size, dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı seçtim ve razı oldum.”[12]

“Nün! Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki, muhakkak sen, Rabbinin nimet ve himayesiyle, mecnun değilsin. Ve sana hiç bitmeyen bir sevap var. Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.”[13][149]

Sonra Allah Teâlâ, kıyamet gününde ümmetine karşı O’nun şehâdetini kabul edeceğim haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Ey müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak şahidleri olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun.”[14][150]

Şüphesiz Allah Teâlâ, ancak içi ve dışıyla adalet ve hak üzere olan, kendisinden tebliğ veya başka konularda adaleti ortadan
kaldı­ran söz ve fiiller çıkmayan kimsenin şahidliğini kabul eder. Çünkü Allah (c.c), O’nun (s.a.v) gizli, açık, bütün hâllerini bilmektedir.

Bu bahsi, Allah Teâlâ’nm, Hz. Peygamber (s.a.v) hakkındaki şu övgüsüyle bitiriyoruz:

“Rasûlüm! Biz, seni ancak âlemlere bir rahmet olasın diye gön­derdik.”[15]

“Ey Peygamber! Şüphesiz biz, seni (ümmetinden tasdik edip et­meyenler üzerine) bir şahid, (iman edenlere Cenneti) bir müjdeleyici, (kâfirleri Cehennemle) bir korkutucu olarak, hem Allah’a, O’nun iz­niyle bir davetçi ve insanlara nûr saçan bir kandil olarak gönder­dik.”[16]

Aslında düşünen ve anlayanlar için şu iki âyette anlatılanlar, bu konunun halledilmesi için yeterlidir.


[1] Ahzâb, 1-2.

[2] En’âm, 106.

[3] Mâide, 48-49.

[4] Mâide, 67.

[5] Şûra, 52-53.

[6] Nisa, 113.

[7] Hakka, 38-47.

[8] Yusuf, 108.

[9] A’raf, 157.

[10 Yasin, 1-5. (11-1)

[11 Nemi, 79.

[12 Mâide, 3.

[13 Kalem, 1-4.

[14Bakara, 143.

[15 Enbiya, 107.

[16 Ahzâb, 45-46.

[Sünnetin delil oluşu, Abdülgani Abdülhalık ]

Categories: Tevessül | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Sünnetin delil oluşu(4)

Dördüncü Grup Ayetler:

Burada vereceğimiz âyetler, Hz. Peygamber’den sâdır olan bütün söz ve fiillerde Ö’na tâbi olmanın ve kendisini örnek almanın vâcib olduğunu, Allah’ın muhabbetinin tah­sili için O’na uymanın gerekli bulunduğunu gösteren âyet-i kerîmelerdir.

Allah Teâlâ, buyurmuştur ki: “Rasûlüm, onlara de ki: Eğer siz, Allah’ı seviyor (ve sevdiğinizi iddia ediyor)sanız; derhal bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok affedi­ci ve çok merhametlidir.”[1]

Kâd-ı Iyâz (554/1149), Şifâ’da, Hasan el-Basrî’nin (110/728), şöyle dediğini nakletmiştir: Bazıları Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelerek, “Ya Rasûlallah! Biz, gerçekten Allah’ı seviyoruz,” dediler. Bunun üzerine: “De ki: Eğer siz Allah’ı seviyor (ve sevdiğinizi iddia ediyorsanız; hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”[2]âyeti nazil oldu.
Lâkkâî, es-Sünnet adlı eserinde, Hasan el-Basrî’nin şöyle de­diğini rivayet etmektedir: “Onların Allah’ı sevmelerinin alâmeti, Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine uymaları oldu.”

Allah Teâlâ, buyurdu ki: “Andolsun ki, sizden Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı arzulayanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Rasûlullah’ta (takip edeceğiniz) pek güzel bir örnek vardır.”[3]

Muhammed b. Ali Hâkim et-Tirmizî (285/898), demiştir ki: “Peygamber (s.a.v)’i örnek almak, O’na uymak, sünnetine tâbi olmak ve sözde veya fiilde kendisine muhalefet etmemektir.”

Kâd-ı Iyâz da müfessirlerden pek çoğunun, âyetteki “üsve”ye (örneğe) bu mânâyı verdiğini nakletmektedir.[4]

Yine aynı konuyla ilgili olarak Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurmuş­tur: “(Mûsâ duasına devamla): ‘Rabbim, bize bu dünyada ve âhirette iyilik ver. Şüphesiz biz sana döndük.’ Allah, buyurdu ki: Dilediğime azabımı isabet ettiririm. Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır (Dünyada mü’mine de kâfire de şâmildir). Fakat âhirette onu, küfürden sakı­nanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimizi iman etmiş olanlara has kı­lacağım.”
“Onlar ki, yanlarında bulunan Tevrat ve incil’de ismini yazılı buldukları ümmî peygambere ve Rasûle tâbi olurlar. O (Rasûl), kendilerine iyiliği emrediyor, onları fenalıklardan alıkoyuyor; onlara, (nefislerine) haram ettikleri temiz şeyleri helâl kılıyor, murdar şeyleri de haram kılıyor, onların ağır yüklerini, üzerlerindeki bağları indiri­yor. Onlar, O’na iman ederler, kendisine ta’zim ve yardım ederler, onunla gönderilen nûr’a (Kur’ân’a) uyarlar. İşte bunlar, kurtuluşa eren kimselerdir.”
Örnek almakla ilgili başka bir âyet: “(Rasûlüm), Hani, Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: ‘Eşini yanı­da tut, Allah’tan kork!’ diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insan­lardan çekinerek içinde gizliyordun. Halbuki asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki, evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.”[5]


[1] Âli İmran, 31.

[2] ÂI-İ İmran, 31.

[3] Ahzâb, 21.

[4] Kâd-ı Iyâz, Şi/a, II. 7.

[5] A’raf, 156-157. (98)Ahzâb, 137.

Categories: Dinimizin kaynakları | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Imam Kurtubi ve Nüzul Hadisi

Al-i imran 17, Kurtubi tefsiri:

Yüce Allah’ın: “Ve seherlerde Allah’tan mağfiret dileyenlerdir” buyruğunun anlamı hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır.

Enes b. Malik der ki: Burada sözü geçenler, Allah’tan mağfiret dileyenler­dir. Katade ise, sözü geçenler namaz kılanlardır, demektedir.

Derim ki: Bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bunlar hem na­maz kılarlar, hem Allah’tan mağfiret isterler. Özellikle “seher vakti”nin söz konusu edilmesi duanın vakti olması ve isteklerin karşılanma ihtimali yük­sek bir zaman olmasıdır. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) yüce Allah’ın Hz. Yakub’un çocuk­larına söylediğini naklettiği: “Sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim” (Yu­suf, 12/98) buyruğunu açıklamak üzere şöyle buyurur: “Yakub onların bu mağfiret isteklerini seher vaktine erteledi.” Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş­tir.İleride gelecektir.

Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) da Hz. Cebrail’e: “Gecenin hangi vaktinde yapılan dua kabule şayandır?” diye sorunca Hz. Cebrail: Bilemiyorum, şu kadar var ki Arş seher vaktinde sarsılır” diye cevap verdi.

“Seher” denildiği gibi “sehr” de denilir. ez-Zeccâc der ki: “Seher” gece­nin geçip ikinci fecrin çıktığı vakte kadarki zamandır. İbn Zeyd ise, bu va­kit gecenin sonuncu altıda biridir, demektedir.

Derim ki: Bundan daha sahih olanı, hadis imamlarının Ebu Hureyre’den naklettikleri şu hadis-i şeriftir: Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Aziz ve celil olan Allah, her gece gecenin ilk üçte biri geçince dünya semasına iner ve der ki: Ben melik olanım. Ben melik olanım. Var mı Bana dua eden? Ben de onun duasını kabul edeyim. Var mı Benden dilekte bulunan? Ben de ona istediği­ni vereyim? Benden mağfiret isteyen var mı? Ben de ona mağfiret edeyim. Ve bu tan yeri ağarıncaya kadar böyle devam eder, gider.” Müslim’in bir rivaye­tinde ise “sabah fecr ağarıncaya kadar” şeklindedir. Lafız Müslim’indir.

Bu buyruğun TE’VILI hakkında farklı görüşler vardır. Buna dair yapılan açık­lamaların en uygunu Nesâî’nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivayet­tir: Ebu Hureyre ile Ebu Said’den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayete gö­re şöyle demişlerdir: Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir MÜNÂDIYE emrederek şöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? İstediği ona verile­cek.”

Ebu Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İş­te bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her tür­lü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi ka-bilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki… anlamındadır. Yine bu­radaki “iner” kelimesi “indirilir” şeklinde de rivayet edilmiştir ki, bu da bi­zim sözünü ettiğimiz hususa açıklık getirmektedir.

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Peygamber Sallallahu aleyhi vesellemin kabrinin ziyaret etmek müstehab oluşu

Subki, «Şifâü’s-Sekam»da der ki: (Üçüncü bab) Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in türbesinin ziyaretine yapılan seferin cevazına açıkça delâlet eden rivayetler hakkındadır. Tafsili şudur ki: Türbe-i şerifin ziyareti için yapılan sefer, geçmişten tâ zamanımıza kadar devam edegelmiştir. Bu konu, sahabelerden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in müezzini olan Bilâl b. Ebi Rebah, (Allah ondan razı olsun), hakkında rivayet edilir ki, kendisi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ‘in kabrini ziyaret etmek maksadıyla Şam’dan Medine’ye sefer etmiştir. Bunu iyi bir isnat ile kendisinden rivayet ettik ve bu rivayet, ziyaret için sefer edilmesine dair açık bir delildir.

Hafız Ebu’l-Kasım b. Asakir, Hafız Abdülganı el-Makdisı ve «El-Kemâl fî Tercemeti’l-Bilâl» adlı eserinde Hz. Bilâl’in hal tercümesinde Hafız Ebu’l-Haccac el-Müzzi de bu rivayeti zikredenlerdendirler.
Yine Subki mezkûr eserinde der ki: Ömer b. Abdülaziz’den (Allah ondan razı olsun), şöyle meşhur olarak rivâyet edilir ki, kendisi, Şam’dan Medine’ye «Benden Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme selâm söyle.» diye postacı gönderiyordu. Bunu, İbn Cevzi de zikretmiştir. Bu bilgiyi «Musiri’l-azmi’s-Sakin» kitabından naklettim. İmam Ebû Bekir b. Ebi Âsim en-Nebil (Öl: 287) de yazdığı «Menasîk» adlı eserinde isnatlardan tecrit ederek sabit olduğunu iltizam etmiş ve sonra demiş ki: Selef (Allah onlara rahmet eylesin), «ziyarete evvelâ Medine’den mi, yoksa Mekke’den mi başlanması efdaldir?» diye ihtilâf etmişlerdir. İkisinden hangisinin ilkin ziyaret edilmesi konusuna değinen ve ondaki hilâftan bahseden İmam Ahmed bin Hanbeldir ki, telif eylediği «Menâsikü’I-Kebir» adlı kitabında açıkça zikretmiş ve Hafız Ebi’l-Fadl Muharamed b. Nasır da bunu rivayet etmiştir. Daha sonra Subkl der ki: İlerde (kitabımızın dördüncü babında) kendisinden nakledeceğimize göre, Hicaz’da yapılan seferde ilkin Mekke’den başlayarak sonra Medine’ye gidip kabri şerifin ziyaret edilmesini ön gören zâtlardan biri de İmam Ebû Hanife’dir.

 

Ebû Bekir el Acurri yazdığı «Kitabü’ş-Şeriâ» adlı eserinde (Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin yanma defnedilen Ebû Bekir ve Ömer radıyallahü anhüma babında) demiş ki: Eski ve yeni Müslüman fakihlerden herhangi birisi, kendisine isnat ederek bir menasik kitabı yazmışsa, mutlaka Medine’ye gelip de hacc veya umre yapmasını kasteden veya hiçbirisini yapmayı kastetmeyip yalnız Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin kabrini ziyaret etmek ve Medine’nin fazileti için orada ikâmet etmesini arzulayan her kimseye, ziyaret yapmasını emretmişlerdir. Bütün ulema, bu ziyaretin yapılmasını kitaplarında emretmiş, Peygamber sallallahü aleyhi ve selleme, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’e de nasıl selâm verileceğini öğretmişlerdir. Hicaz’ın, Irak’ın, Şam’ın, Horasan, Yemen ve Mısır’ın eski ve yeni bütün âlimleri de böyle demiş ve yazmışlardır.

 

Hanbeli mezhebi âlimlerinden Ebû Abdillah b. Batta el-Ukberi, «Kitabü’l-îbane an-Şeriati’l-Fırkati’n-Nâciye ve Mucanebeti’l-Fırkati’l-Mezmûme» adlı kitabının «Fİ bâbi defn i Ebû Bekir ve Ömer mea’n Nebiyyi sallallahü aleyhi ve sellem» babında bu mânâya yakın bir ifade kullanmıştır.

 

Daha sonra Subki der ki: Bu, Ebû Bekir el-Acurri (360. H.) Muharrem ayında vefat etmiştir. Kendisi, sika (itimat edilir), doğru, mütedeyyin bir zât idi. Birçok telifleri vardır. 330 yılından önce, Bağdat’ta bulunmuş, sonra Mekke’de yerleşip orada vefat etmiştir. İbn Batta ise Hicri 387 yılının Muharrem ayında Ukber’de vefat etmiş, kendisi Hanbeli mezhebinin fakihlerinden olup imam ve faziletli bir hadis âlimiydi. Fıkıh bilgisi hadis bilgisinden daha çok idi. Birçok yararlı eserler yazmıştır. Ebû Bekir el-Acurrî ile İbn Batta’-dan başka âlimler de böyle söylemişlerdir.

 

Yine Subki mezkûr kitabında anlatıyor: Ziyaret babında kelâmlarını naklettiğimiz mezheb sahipleri olan fakihlerin tâbirlerinin çoğu, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin kabrini ziyaret için yapılan seferin müstehab olduğu şeklindedir. Çünkü hacceden kimsenin işini bitirdikten sonra, Medine’yi ziyaret etmesi müstehabtır, demişler. Ziyaret yapmak için de seferin yapılması zaruridir. Musanniflerin zikrettikleri Arabi’nin meşhur hikâyesi, yazdıkları menâsik bahsinde mevcuttur. O hikâyenin bâzı rivayetlerinde Arabi, (ziyareti yaptıktan sonra) devesine binip gitti, denilmektedir.

 

İşte, bu hikâye, Arabi’nin misafir olduğuna delâlet ediyor. İmamlardan bir cemaat bu hikâyeyi Utbi’den rivayet etmişlerdir. Utbi’nin adı, Muhammed b. Ubeydullah’tır. Halkın en fasihi (güzel konuşanı) idi. Âdâb hakkında birçok haber ve rivayetleri bilen bir zât idi Babasından ve Süfyan b. Uyeyne’den hadis rivayet etmiş, Hicrî 228 yılında vefat etmiştir. îbn Asâkir, «Tarih« kitabında, İb-nü’l-Cevzî, «Müsirü’l-Azm» adlı eserinde ve daha başkaları Utbi’ye isnad ile bu hikâyeyi nakletmişlerdir.

[Ebu Hamid bin merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, s.244-246]

Categories: Kabir ziyareti | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Sünnetin önemi

Enes b. Malik anlatır: “Biz yaklaşık altmış kişi idik, Peygamberin yanında otururduk, o bize hadis anlatırdı. Kendi özel ihtiyacı için gittiğinde biz o hadisi aramızda müzakere ederdik, kalkana kadar o hadis kalbirnize yerleşirdi.
[el-Lüma, s. 142]

İbn-i Mes’ud der ki: “Hadisi müzakere edin! Zira hadisin dirilişi (zihinlerde kalıcılığı) onu müzakere etmekten geçer.”
[Dârîmi]

Hz. Ali şöyle der: “Hadisi müzakere edin! Şayet müzakere etmezseniz hadis uçup gider.”[el-Müstedrek]

Sahabiler işte bu şekilde hadislerin yılmaz bekçileri oldular.

Tabiin de hadislere bir o kadar ihtimam göstermiştir.
Bakın Ata ne der:
“Biz Cabir b. Abdullah’ın yanında iken bize hadis söylerdi. Biz oradan kalkarken o hadisi müzakere ederdik. Ebu Zubeyr hepimizden çabuk ezberlerdi.”[Dârîmi]

Tabiinden Ebu-I Aliye şöyle der:
“Peygamberin bir hadisini duysan hemen ezberle!”[Dârîmi]

İbrahim b. Alkame de şöyle der:
“Hadisleri müzakere edin! Çünkü müzakere onun hayatıdır.”
[Dârîmi]

Bu değerli Sahabe ve Tabiin nesli hadisleri sadece müzakere etmekle kalmadılar, aynı zamanda hadis öğrenmek için nice uzun mesafeler katettiler. Örneğin Cabir b. Abdullah (radıyallahu anh)’ın, Abdullah b. Uneys (radıyallahu anh)’den başka hiç kimsenin hıfz etmemiş olduğu bir hadisi öğrenmek için bir aylık yol kat edip Şam’a gittiği, Ebu Eyyub ei-Ensari’nin de Medine’den Mısır’a, Ukbe b. Amır’in yanına giderek hadis dinlediği sonra da hiç beklemeksizin hemen bineğine binip tekrar Medine’ye döndüğü malumdur.
[Rıhle s. 18.]

Tabiin’den Said b. Museyyeb şöyle der: “Ben bir hadisi öğrenmek için gece gündüz nice yollar katettim.”
[el-Cami’ l/94]

kaynak: Peygambersiz bir din?, Alâeddin Palevî, s. 14

Categories: Dinimizin kaynakları | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Mevlid(Ibn Hacer Askalani)

mevlid suyuti(kapak)mevlid askalani1 mevlid askalani2 mevlid askalani3

Şeyhülislam ve muhaddis, İbni Hacer Askalanî’ye, Peygamber Efendimizin (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) doğum gününde onu anmak hakkında ne düşündüğünü sordular, şu şekilde cevap verdi:

Peygamber Efendimizi (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) doğum gününde anmak, ilk üç asrın takva sahibi müslümanlarının yapmadığı bir icattır. Peygamberimizin (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) anılması, salih ve batıl özellikler taşıyabilir. Eğer Peygamberiz (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) anıldığında, salih ve şer’an uygun bir şekilde anılır, ve batıl bir şekilde anılmazsa, bu noktalara dikkat edilirse, o zaman bu icat, takdire değer bir icattır, bu noktalara dikkat edilmezse, o zaman bu takdir edilmez bir icattır. Bu konuda bir sahih hadis dikkatimi çekti: Peygamberimiz(sav) bir gün medineye gitti, ve orada yahudilerin, Muharrem ayının 10’unda oruç tuttuklarını gördü’ [Husnu’l-Maksad fi Ameli’l-Mevlid, s. 63] [Birdahaki sayfada devam ediyor]

Ve onlara niye oruç tuttuklarini sordu, onlar da: “Allah bu günde firavunu boğdu ve Musa’yı (aleyhi’s-selam) kurtardı, Allah’a şükretmek için bu günde oruç tutuyoruz” dediler. Bu bize, belirli bir günde, Allah’ın bizlere verdiği nimet ve bizleri bir beladan kurtardığından dolayı, o günde bunu kutlamanın caiz olduğunu gösterir. Kuran okuyarak, oruç tutarak veya sadaka vererek kutlanılır. Böyle bir gün (aşûre) kutlanırda Peygamberimizin (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) doğumu kutlanmaz mı? Buraya bakarak aşûre gününü kutlamanın caiz olduğunu görüyoruz, yukarıdaki olayı görmezden gelenler aşûreyi kutlamanın caiz olmadığını sanarlar, bazıları da bu günü yılın başka bir gününe taşıdılar. [Husnu’l-Maksad fi Ameli’l-Mevlid, s. 64]

Başka bir hadise bakarak mevlidin caiz olduğunu gördüm (yukarıdaki, aşure hakkındaki hadisten başka). Beyhaki’de, Enes’in (radiallahu anhu) naklettiği hadiste, Peygamberimiz (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) buyurduki: “Peygamberimiz kendisine peygamberlik geldikten sonra, kendisi için bir akika kurbanı kesti”. Dedesi Abdulmuttalib, doğumundan 7 gün sonra bir akika kurbanı kestiği söyleniyor, ve akika tekrarlanmaz. Bundan dolayı Peygamberimizin (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) kurbanı kesmesinin nedeni şükürdür, ümmetinin şerefi içindir. Bizimde onun doğumunu kutlamamız önerilmiştir, O’nun doğumuna şükretemek için, kardeşlerimize yedirerek, salih amel işleyerek ve sevinerek. Bu hadis önceden bahsedilen hadisi doğruluyor (Pazartesi peygamberimizin doğum günüdür ve peygamberlik yıldönümüdür). [Husnu’l-Maksad fi Ameli’l-Mevlid, s. 64-65]

Categories: Mevlid | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Mevlid(ed-Dimeşki)

mevlid suyuti(kapak) mevlid dimeski
İmam Şemseddin ed-Dimeşkî şöyle yazdı:

Ebu Leheb’in cehennem azabı her Pazartesi günü hafifletirler, çünki o Peygamberimizin (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) doğumunu kutladı ve o günlerde kölesi olan Sevbe’yi (radiallahu anh) azad etti. Ebu Leheb’in ebedî kalacağı yer cehennem olmasına rağmen, ve Tebbet sûresi onun hakkında inmesine rağmen, onun azabı her Pazartesi günü hafifletiliyor. Buraya bakınız ve ömrü Peygamberimizi överek geçen bir müminin durumunu düşününüz.

[ Mevridu’s-Sadi Fi Mevlidi’l-Hadi, İmam ed-Dimeşkî ve ayrıca İmam Suyuti’nin Hassanu’l-Maksad fi Ameli’l-Mevlid, s. 66]

Categories: Mevlid | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yusuf Nehahani (vehhabiler ve Teymiyye hakkında)

Birinci uyarı!

Bu kitabın “Giriş”kısmı ve sekiz kısmından her biri, tek başına IBNI TEYMIYYE ve Vehhabi taifesinin bid’atını reddetmeye yeterlidir.
En az anlayışı ve insafı bulunan bir müslüman, bunu mütalea etse, Resulüllah’ın ve diğer büyüklerin kabirlerini ziyareti ve büyüklerden meded dilemeyi yasaklamakta bu fırkanın açık bir sapıklık içinde bulunduğunu bilir. Hele bu ziyaret ve istiğase peygamberlerin efendisi için yapılacak olursa!

Girişin ve beş kısmın içindeki birçok nakli ve akli deliller ve dört mezhebin ilim adamlarından islam önderlerine ait sözler, bu hususun
meşru olduğunu isbatlamaya ve IBNI TEYMIYYE’YI reddetmeye yeterlidir.

Ey benim şu kitabımı okuyan kimse! Şayet sen, dört mezhebden bir kimse değil de, ibni Teymiyye’nin bid’atlerini sızdıran bir kimse isen, bundaki delil ve bürhanlar sana bir kanaat veremez. Müslümanların imamlarından ve bu yüce dini himaye için uğraşanlardan yapılan pek çok nakiller, sende bir tesir yapmaz. Bu takdirde sen, dalalette olanların en ileride bulunanı ve şerlilerin öncüsü oldun demektir. Bu hal sende devam edecek olursa, Allah korusun, bir gün küfre düşmenden korkulur.

Biz, bu günkü haline bakarak, her ne kadar senin küfrüne hüküm vermiyorsak da, bu durumun kalbinin zulmetlerle dolduğuna ve nurlardan boşaldığına delalet eder. Bunda şüphemiz yoktur.

Peygamber (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:
“Günahlar, küfrün kılavuzudur”.


Vehhabiler de ayrı bir durumdadır. Bu taifenin iyileşmesinden ve felahından ümit kesilmiştir. Şüphe yoktur ki, günahların en çirkini, dinde bid’at yolunu tutmaktır. Allahü Teala’ nın en küçük bir hidayet takdir ettiği ve bu kitabı mütalea için kalp gözünde azıcık bir nur halk edeceği bir müslümanın; daha sonra IBN TEYMIYYE’NIN  bid’atının şeytanın işinden olduğunda ve iman ehlini hileye düşüreceği vesveselerin en çirkinlerinden bulunduğunda, bir şüphesi kalacağını sanmıyorum.

[Yusuf Nebhani,Şevâhidü’l-Hak, sayfa 38]

 

Categories: Ibn Teymiyye | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

PEYGAMBER’E (s.a.v.) YAPILAN TEVESSÜLÜN HÜKMÜ

PEYGAMBER’E (s.a.v.) YAPILAN TEVESSÜLÜN HÜKMÜ
Allame Yusuf ed-Dicvi

Soru Birçok kimselerin inançlarını güçlendirmek için, hakkında ayrı ayrı görüşler olan ve birçok cemaatın incelediği bir konunun açıklanmasını zat-ı fâzılanenizden rica ederiz. Konu: Herhangi bir hususta Peygamber’i (s.a.v.) vesile ederek Allah’a yakarmaktır. Bu tevessül mevzuunda muhtelif görüşler vardır. Hattâ bazıları tevessül etmek Allah’a ortak koşmaktır, demişlerdir.

Cevap — Peygamber’e (s.a.v.) tevessül etmek câizdir, yararlıdır. Bunda hiç şüphe etmemek gerekir. Bunun birçok sahih hadîslerle sâbit olduğunu ilerde gelecek olan tafsilâttan anlayacaksınız. Bu konuda şaşırmış kimselere, icmâlen kısa bir açıklamayla yardım edeceğiz. Tafsilini ve delillerinin beyanını başka yazacağımız makalelere bırakıyoruz. Kısaca cevabımız şudur: «Tevessül: işraktır (Allah’a şerik edinmektir) diyen tâife yanlışlıkla en zavıf illetlere dayanarak boş sözler söylemiştir. Bir Müslümanın, delil getirip bu konuda te’vil yolunda bulunan kimseleri tekfir etmesi câiz değildir. «Allah, her şevin yaratıcısıdır. Her şeyin hükümranlığı elindedir.» (Yâsin, 83); «Bütün işler O’na (Allah’a) döndürülür.» (Hud, 123) diyen kimseyi nasıl tekfir ediyorlar? Halbuki tevessül eden adam Kur’ân-ı Kerim’in bu âyetleriyle Allah’a tevessül ediyor. Çünkü, Allah’ın safi kullarından birisini Allah’ı vesile eden kimse, Allah’tan başka hiçbir hakikî fail olmadığını bilir ve ikrar eder. Hiçbir fiil ve yaratma işini, tevessül ettiği adama isnad etmez. Hattâ mütevessil (tevessül eden kişi), vesile edindiği kimsenin Allahü Teâlâ nezdinde bir rütbe ve manevi yakınlığı olduğunu bilmektedir ki, o rütbe ve manevî kurbiyyet makamının sabit olmasında hiç şüphe yoktur. Ve Peygamber (s.a.v.) o makam ve kurbiyyetle Kıyamet Günü halka şefaat eder. işte bu itikada binaen Kıyamet Günü Allahü Teâlâ nezdinde onlara şefaatte bulunmaları için halk enbiya ve resulleri vesile edinir. Şunu da ilâve edelim ki, mü’min kişi, imanının gereğiyle şüphesiz Allahü Teâlâ’nın hiçbir şeriki olmadığına ve ondan başka gerçek mâbud olmadığına itikad ettiğinden dolayı, kötü vesveselerden arınmıştır. Hatta aziz ve yüce Allah’tan başkasma zâhirde bir şey isnad ettiğini görsek bile, imânı muktezasiyle o isnadm hakikî olmayıp mecazî bir isnad olduğunu anlarız.

Biz hakikî ile mecazî olan isnadın birisini «bahar otu yeşertti» Sözünün mânâsında beyan ettik ve bu sözün bir mü’min ile kâfirden sâdır olması arasında mânâca fark olduğunu anlattık. Öyle ise, istiğase eden kimse, Allah’tan başkasına, yâni halktan istiğasede bulunduğu zaman, onun kendiliğinden hiçbir işi mustakil olarak yapamayacağını ve Allah’tan istimdat etmeyip, O’na rücû etmediğini itikad etmez ve kafası böyle düşünceden hâlidir. Halktan olan musteğasun bih, (kendisinden istiğase edilen kişi) ister diri veya ölü olsun aralarında fark olmayıp ondan istiğase etmek câizdir. Zira hiç şüphe yok ki, Allahü Teâlâ her şeyin yaratıcısıdır ve itikadımıza göre Allah’tan başka hiçbir şeyin bizatihi, hiçbir şeye gerçek tesiri (eskisi) yoktur. İşte hak ehli olan Müslüman cemaatın inancı budur.

Allahü Teâlâ dahi, halkın birbirlerinden yardım taleb etmelerine ve istiğasede bulunmalarına işaret buyurmuştur. Nitekim Kur’- ân-ı Kerini’de, «Eğer onlar sizden dinde yardım isterlerse, yardım etmeniz gerekir.» (Enfal, 72), «…Şu kendi taraftarlarından, diğeri düşmanından idi. Kendi taraftarlarından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi.» (Kasas, 15); «Paylaşma meclisinde (vâris olmayan) yakın hısımlar, yetimler, miskinler bulunduğu vakit, onlara da o maldan verin ye güzel sözler söyleyin.» (Nisa, 8) buyurulmuştur ve hadîs-i şeriflerde bu konuda daha başka misaller de vardır. Şeriat dilinde çok olup, bu tâbirlerin insanların tabiatında çok olduğu açıkça bilinmektedir.

Tevessülü inkâr edenlerin en acayip durumlarındandır ki, cemadatlara (cansız eşyalara) tevessül etmekten ayrılmaz ve çekinmezler. Meselâ, su beni kandırdı, ekmek beni doyurdu, ilâç bana menfaat verdi, diyerek kanmayı suya, doyurmayı ekmeğe, yararı ilâca isnad ediyorlar. Fakat tevessülün Peygamber’e (s.a.v.) isnad edildiğini işittiklerinde inkâr edip kıyamet koparıyorlar. Onlardan sefih (beyinsiz) olanlar bunu inkâr etmekle böbürleniyor. Sanki güzel bir şey yaptıklarını zannederler. Onlar herkesten ziyade ihtiyaçlarını halktan talep etmekte bulundukları halde, onlardan şunu soruyoruz:

İşlerinizi görmek için ondan ihtiyacınızı talep ettiğiniz kimse, Allah ile ortak mıdır? Şayet bu itikat üzere iseniz, Allah’a ortak koşmakta en ileri kimse sizler olursunuz. Eğer «biz yapmak, vermek veya vermemek gibi fiilleri herhangi bir kimseye hakikî değil, mecazî ve sebep olduğu yolu ile isnad ediyoruz. Çünkü Allahü Teâlâ o kimseyi bir hayra, bir hizmete sebep kılmıştır», diye cevap verecekseniz, biz de size deriz ki:

Biz dahi öyle itikad ediyoruz. O hususta aramızda fark yoktur. Şayet tevessül için diri kimse ile ölüler arasında fark vardır diyecekseniz, burada birbirimizden ayrılıyoruz. Yani, diriler ile de, ölüler ile de tevessülün caiz olduğuna itikad ederiz. Zira bütün işlerin faili ancak Allahü Teâlâ’dır. Ne diri, ne de ölü kimse fail olabilir. Tevessül eden kişi, tevessül ettiği zatın hakikatta Allahü Teâlâ’nın nezdindeki makamına tevessül ediyor ve işin fâili, aziz ve yüce Allah’tan başkası olmadığına da itikad edince, mütevessülün bih olan zatın diri veya ölü olması arasında hiçbir fark kalmaz. Zira Allah nezdinde bir makam ve rütbesi olan kimse, ister hayatta, ister mematta olsun, rütbesi bakidir. Her iki hâlde de eşittir. Şu da ilâve olunur ki, diri ile ölü arasında böyle bir ayırım yapmak mü’min kimseye lâyık değildir. Kaldı ki, bir âlim böyle itikad etsin. Çünkü ruhlar, ölümden sonra da hayatta olup, müdriktirler. Hattâ idrakları daha kuvvetlidir. Işte bu nedenle hadîs-i şerifte rivayet edildiğine göre, ölüler kendi aralarında hayatta olanların durumlarını sorar, onların iyi işlerine sevinir, çirkin işlerinden üzülür, onlara dua ederler.

Şüphesiz Mi’rac gecesi Âdem (a.s.) ve diğer peygamberler, Peygamber’e (s.a.v.) dua etmişlerdir. Mü’minlerin ölülerine, hazır ve görünen kimselermiş gibi, «Üzerinize selâm olsun ey mü’minler cemaatı!…» diye onlara selâm vermemiz ve kılacağımız her namazda «Sana selâm olsun ey Peygamber!..» diye hitab etmemiz meşrudur. (Ettahiyyatü… duasında). Hadîs-i şerifte rivâyet olunduğuna göre, işlediğimiz ameller Peygamberimiz’e (s.a.v.) arz olunur. Onlar hayırlı amellerse, Allah’a hamdeder, şerli iseler Allah’dân bize mağfiret diler; hattâ yine hadîsteki rivâyete göre, amelleriniz ölü olan babalarımıza ve ehlimize de arz edilir. Şüphesiz Peygamber (s.a.v.) Müsâ’yı (a.s.) mezarında namaz kılarken görüp; Mi’rac gecesinde yedinci kat gökte namazla emir olunduğu zaman, ona müracaatta bulunmuş ve kendi ümmetinin durumunu ona söylemiştir. Yine Peygamber (s. a.v.) Hz. İbrahim’in (a.s.) selâmını bize tebliğ etmiştir. Yine Mi’rac gecesi Peygamberler toplanıp hutbe okumuş ve başka şeyler yapmışlardır. Sahabenin bazısının, çadırının yakınına kurduğu bir ölünün mezarında, ölünün Kur’ân-ı Kerim’in Mülk sûresini okuduğunu işittikleri hadîs-i şerifte vârid olmuştur.

Vehhabîlerin tek mercileri ve mezheblerinin müessisi olan îbn Teymiyye dahi şüphesiz kitaplarında evliyânın kerâmetlerini isbat etmiş, yine onların imamlarından olan İbn Kayyım dahi «Ruh» kitabında Ebû Bekir’in (r.a.) ruhu gibi kuvvetli ruhların, savaşlarda düşman ordusunu hezimete uğrattığını yazmış, yine imamlarından olan Şevkânı bile, Peygamber (s.a.v.) ile evliyâ ve âlimlere tevessül etmenin câiz olduğunu ispat ederek İzzeddin b. Abdüsselâm gibi «Yalnız Peygamber’e (s.a.v.) tevessül etmenin câiz olduğunu» söyleyen âlimlerin dediklerini reddetmiştir. Zira tevessülün illeti, Allah’a yakınlık ve makamının meziyetidir, diye düşünmüştür. Şevkânî gerçi birçok şeylerin tatbikatı hususunda çelişkiye düşmüş ise de, bu konuda Vehhabîler gibi doğruluktan sapmayıp onların cehaletine uğramamıştır.

Şevkânî «Neylü’l-Evtar» adlı kitabında meşhedlerle teberrük edilmesini isbatlamıştır. Her hal ü kârda Vehhabiler Resûlullah’a (s.a.v.) nidâ edecek veya ona tevessül edecek kimse, şüphesiz illâ onu ulûhiyyet vasfında Allah’a ortak eder diye iddia etmektedirler. Onların mezhebi böyledir.

Şayet nidâ ve istiğaseden Allah’a ortak edilmesi lâzım gelir diye iddia ederlerse, cevaben deriz ki: öyle ise, sizler ilk olarak müşrik ve sapık tâifesisiniz. Çünkü sizler, herkesten ziyade yaratıklara istiğase ediyorsunuz. Mezheblerine göre, ruhlar cesedin ölümünden sonra fâni olur. Kalib kuyusu ile daha başka hususlarda varid olan ve bütün ruhlara hattâ kâfirlerin ruhlarına da hayat isbat eden hadîs ve Kur’ân’ı tekzib etmekle ruhlar fâni olmaz. Onlar cesedin ölümüyle Allah nezdinde ruhların makamları silinip hiçbir iş için artık Allahü Teâlâ’ya dua etmelerine güçleri olmaz veya ruhlardaki ve Allah’ın onlara cesedin hayatmda hibe eylediği şeyler onlardan alındığı için herhangi bir işi yapmaları mümkün olmaz, diyorlar, işte böyle kabul etikleri için, vesveselerine tâbi olup tevessül ve istiğase hakkında Peygamber (s.a.v.) ile salih seleflerden rivayet olunan haberleri tekzib ettiler. Böyle yapmakla aklı ve nakli delillere muhalefet etmiş ve câhillerin en câhili olmuşlardır.

Biz artık acele yazdığımız bu eserde uzun uzadıya onlardan bahsetmeyeceğiz. Allah’a yemin ediyorum ki, biz mü’minlerin bina taşları gibi birbirleriyle kenetlenip kuvvetlenerek kardeş olmalarını ister ve Kur’ân-ı Kerim’de «Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış kardeşlerimizi afv et. O inanmışlara karşı yüreklerimizde kin bırakma, belli ki sen çok rahmet edicisin» (Haşr, 10) diye dua ederim. Müslümanların kalblerini iyi şeylerden selbeden kin ve buğzu izale etmesini, doğruya muhalefet eden kardeşlerimizi hayra ve hidâyete irşad etmesini, onları halk arasında fitne sebebi etmemesini Allahü Teâlâ’nın kereminden dileriz.

Allame Yusuf ed-Dicvi’nin makalesi(kısaltılmıştır)

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, s.588-592]

Categories: Istigase, Tevessül | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

rububiyyet tevhidi kabul eden müsluman degilmidir??

Rububiyet tevhidi hakkinda,sadece rububiyet yetmez diyip milleti tekfir edenler,acaba kelimei sehadet getirenlerin kalplerinimi yarip baktilar..

îbn Teymiyye’nin, «Minhâcü’s-Sünne» adlı eserinde, «Kelâmcılar, tevhid kısmından ancak Allahü Teâlâ her şeyin yaratıcısı olduğundan ibaret olan rubûbiyyet tevhidinden başka bir tevhidi bilmediler. Halbuki müşrikler de bunu ikrar ediyorlardı. Nitekim Allahü Teâlâ onlardan bahisle şöyle buyurdu: «Andolsun ki, onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah…” diyecekler.» (Lokman sûresi, âyet: 25), «(Onlara) yedi kat göğün, Arş’ın Rabbi kimdir?» de. “Allah.” diyecekler… (Mü’minûn sûresi, âyet: 86-87). Yine onlardan bahisle buyurdular ki: «Onlardan çoğu ancak Allah’a ortak koşarak iman ederler.» (Yûsuf sûresi, -âyet: 106) kavlini kendi fikrinde olan kimselerden başka mütekel-limîn ile sahabilerin ve kıyamete kadar onlardan sonra gelecek kimselerin tekfirlerine açık bir delil saymıştır.

Halbuki, sahih olarak Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sel-lem)’den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurdular: «İnsanlarla Allah’tan başka bir ilâh olmadığım (ve Muhammed’in O’nun Resûlü olduğunu) deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söylediklerinde, İslâmî haklarının dışındaki kanlarım, mallarım benden kurtarmış olurlar. Bu kimsenin içi dışım tutmuyorsa, doğru olmadığının hesabı, Allah’a aittir.» (Müslim, Ebû Hüreyre’den). Yine sahih olarak buyurdular ki: «Namazımız gibi namaz kılan, kıblemize karşı duran kimse, öyle bir Müslümandır ki, (dinde) bize câiz olan şey kendisine de caizdir. Üzerimize vacib olan şey üzerine de vacibtir.» Yine sahih bir rivayetle, Efendimiz, azatlısı olan Üsâme b. Zeyd (radıyallahü anhü)’e-. – — «Lâ ilahe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur.) dedikten sonra mı, onu öldürdün» diye buyurdu. Ey Allah’ın Resûlû! Bunu kılıçtan korkarak söyledi, deyince, Resûlullah sallallahü aleyhi ve şellem kendisine: — «Kalbini mi yardın, korkudan söyleyip söylemediğini nereden biliyorsun?» (Buharî, Müslim rivayet etmişlerdir) diye buyurdu. Yine sahih bir rivayete göre, buyurdular ki: «Ben insanların kalplerini açmakla, karınlarını yarmakla emrolunmadım.» (Müslim, Ebû Saidü’l-Hudrî’den). Yine sahih bir rivayette buyurdular ki: «Adam, Müslüman kardeşine; yâ kâfir, derse, gerçekten bu söz ikisinden birine rücû’ eder. Eğer ona kâfir dediği kimse, Ehl-i küfürdense, bu söz yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz, onu söyleyene döner.» (Büharî, Müslim, Hz. Ömer’den). Şeriatın nassları, küfrün, bâtmî (gizli) bir şey olup Allah’tan başka kimsenin bilmediğine delâlet ediyorlar^ Öyle ise, Müslümanlardan herhangi birinin hakkında küfürle hüküm verilmesi cidden tehlikelidir. Kaldı ki, bütün îslâm ümmeti için böyle bir hüküm verilebilsin. Müntakim (öç alıcı), Cebar(kahredici) Allah’in korkusu kalbinden çıkmış kimseden başka, bir kimse bunu söylemez..

[Ebu Hamid bin Merzuk,Bera’atü’l-Eş’ariyyîn,sayfa 144-145]

Categories: Vehhabi Fitnesi | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.