Posts Tagged With: tarikat

Şeyhin bağımsız tasarruf yetkisinin olmaması

Bir rivayette, Allah Teala’nın “sen sevdiğini hidayete erdiremezsin”(kassas 56) ayeti hakkında, Ebu Hüreyre(radiallahü anh) şöyle demiştir: “Bu ayet Peygamber Efendimiz’in(sallallahü aleyhi vesellem) amcası Ebu Talib’in İslam’a girmesini istemesi üzerine inmiştir”(Tirmizi tefsir, 3188)

Hadisten çıkan netice: Şeyhin bağımsız tasarruf yetkisinin olmaması

Bazı bilgisiz kimseler hata ederek feyzin şeyhlerin elinde olduğuna inanırlar. Bu hadis, bu yanlış fikri düzeltmektedir. Peygamber Efendimiz’in(sallallahü aleyhi vesellem) yetkisi olmadığı yerde, diğerlerinin yetkilerinin olduğu nasıl düşünülebilir? Şeyhin gerçek işi dini yönden faydalı olmaktır. Fakat bu mutlak faydalı olma yetkisi elinde değildir. Bu iş şeyhin elinde değilse, dünyevi işler devamlı onun elinde nasıl olabilir.

Pek çok cahil bu yanlış fikre düşmektedir. Bundan Allah’a sığınırız. Ayrıca böyle durumda olan pek çok cahil, ehlullahin büyün kainatın sahibi olduğuna inanmaktadır. Nassin yol göstermesiyle bunun ıslahı gerekir ve mümkündür.

[Şeyh Eşref Ali Tânevî, Hadislerle tasavvuf, s.60]

Categories: Tasavvuf | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Mürşide verilen yetkiler

Bütün mucizeler, peygamberlerin insan ve kainat üzerindeki yetkileridir. Bunların bir kısmı, derecelerine göre peygamber vârisi olan kamil insanlarda da zuhur eder. Ancak bunun bir sınırı vardır. Onu bilmek gerekir. Yoksa, veliler hakkındaki yanlış inançlar yüzünden, şirke düşülür.

Bazıları, kutub ve gavs olarak bilinen velilerin kainatı idare ettiğini, bütün insanlardan ve âlemden haberdar olduğunu, istediğini yapma yetkisininin bulunduğunu düşünür ve söyler. Bu fikir yanlıştır; tövbe edilmezse şirke ve küfre girme tehlikesi vardır. 

Bütün kainatı yoktan var eden ve varlığını devam ettiren Allahu Teala’dır. Kainat ve insan onun elinde ve emrindedir. O dilediği şekilde yaratır, istediği gibi sevk ve idare eder.

Ancak Allahu Teala, bu kainatta bazı mühim vazifeleri meleklerine, bazı işleri de velilerine gördürür. Bir takım işleri de başka varlıklara yüklemiştir. İrşatla görevli bir velinin işi, Allah’ın izniyle ölü kalpleri nur ve ilâhi sevgi ile diriltmek, kulu Yüce Rabbine sevk etmektir.

Velinin bütün yetkisi ilâhi kadere bağlı olarak gerçekleşir, ve hepsi ilâhi izinle olur. Velî sonuç almak için sebepleri kullanır. Her işinde Allah’ın rızasını arar. Nazı, niyazı, dua ve avazı hak içindir.

Allahu Teala’nın kendisine ikram ettiği feyiz, nur, keşif, keramet, marifet, feraset ve duasının kabul edilir olmasını ilâhi irade ve rızaya uygun kullanır. Kul olduğunu unutmaz; haddini bilir, yetkisini aşmaz.

Yüce Rabbine karşı boynu bükük, gönlü yanık, kalbi uyanık bir vaziyette hep onun emrini ve desteğini bekler. Elinde hangi güzel hal zuhur etse onu kendisinden bilmez, kibir göstermez, övünmez.

Makamı ne olursa olsun veli her şeyi bilmez, bilmesi de gerekmez. Her şeyi bilmek ancak Allahu Teala’ya aittir. Yüce Allah bu konuda peygamber de olsa kimseyi kendisine ortak etmez.

Veli, Allahu Teala’nın kendisine bildirdiklerini ve hak yolunda lazım olanı iyi bilir. O Allah’ın şahididir. Onu tanır. Onu tanıtır. Kalbin ve nefsin terbiyesinde ustadır.

İrşat kutbu olan veli, bütün gücünü dinin yayılması ve insanların ıslahı için kullanır. Eşyayı ıslah etmek, dünya işlerini düzene sokmak, güzel geçim yolları aramak, teknik gelişmeleri takip etmek velinin birinci işi değildir. O bunları ehline havale eder.

Bazı insanlar, baş ve bel ağrısına varana kadar her türlü derdini velinin himmet ve tasarrufu ile dindirmek ister; doktor yerine veliye gider. Kimileri, insanların cehalet, zulüm, tembellik ve ihanetleri yüzünden bozulan cemiyet hayatının mürşitlerin tasarrufu ile düzelmesini ve zalimlerin başının ezilmesini bekler, durur.

Halbuki veliler, Allahu Teala’nın koyduğu fıtrat kanunlarına uymayı takvanın bir gereği görürler. Yüce Allah’ın hikmetine bakarlar, tecellisine tâbi olurlar, her halükârda Hakk’ın muradını gözetirler. İlâhi rızaya uymayan ta-lepleri de reddederler.

[Kaynaklarıyla Tasavvuf, Dilaver Selvi, 1/360-361]

Categories: Tasavvuf | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Tasavvufun Kaynağı

Şüphesiz Kuran’ın müslümanlar üzerindeki tesiri büyüktür ve (bazı fırkalar hariç tutulursa) bütün müslümanların icmasıyla o, Allah’ın ezeli ve ebedi kelamıdır. Bu tesir, diğer ilimlerde olduğu gibi hiç şüphesiz tasavvufun gelişmesinde de ilk ve en önemli faktör olmuştur.

Esasen güzel ahlakın ve tasavvufun temeli durumunda olan tevbe, zuhd, sabır, şükür, muhabbetullah, mehafetullah, haysetullah gibi her müslümanın kemalat sebebi ve imanının bir göstergesi olan sıfatlar yanında zikir-tesbih, tevekkül-teslimiyet, tefekkür ve murakabe, ihlas gibi istilah ve ameller, Kuran’ın ihtiva ve en çok teşvik ettiği konulardır. Bu tasavvufun oluşmasında Kuran’ın rolünü gösteren en önemli dayanaktır. Öyleki bu durum, müslüman müellifler tarafından tesbit ve teslim edilmesi bir yana, bazı Batılı araştırmacıların bile zorlanmadan itiraf ettikleri bi hakikat olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim tasavvuf sahasındaki çalışmaları ile tanınan Nicholson, “Kuran’da İslam Tasavvufuna hakiki kaynak olabilcek çok şeyler bulabiliriz”derken,[1] bu sahada önemli araştırmalar yapan Massignon, tasavvufun oluşması ve gelişmesine etki eden birtakım tesirler olduğunu söylemekte ve bu konuda yazdığı Essai adlı çalışmasında tasavvufa etki eden tesirlerin en önemlisinin Kuran olduğunu belirterek tasavvufun, İslam’ın kendisinden doğduğu görüşüne daha çok meyletmektedir.[2] Çağdaş düşünürlerden Roger Garaudy de tasavvufun kaynağının Kuran olduğunu vurgulamaktadır.[3]

Aslında tasavvufi anlayış ve yaşayışı ortaya koyan, onu savunan ve yaşayan ilk dönemdeki sufilerle daha sonra ona tarikat disiplini içinde şekil verip müesseseleştiren tarikat pırlerinin sufi, tasavvuf, tarikat, mürşid, ve seyr u sülüktan maksatlarını ifade eden açıklamarı, meseleyi çözüme kavuşturacak mahiyettedir. Nitekim tasavvuf mektebinin üstad ve usta kalemlerinden Hücviri(470/1077), önceki meşayıhtan tasavvuf ve sufinin birçok tarfini verdikten sonra, bunca tarifleri vermekten maksadının, bu yolun her şeyi ile hak olduunu ve herkesin ona sülûkunu temenni ettiğini söyleyerek tasavvufu red ve inkar edenleri şöyle değerlendirir:

“Eğer onlar, sadece bu ismi inkar ediyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu olabilir. Fakat tasavvufun ifade ve ihtiva ettiği manayı inkar ederlerrse, o taktirde Peygamber’in(as) şeriatının tümünü ve onun bütün güzel hasletlerini inkar etmiş olurlar.”[4]

Sufiler, tasavvufu, bütünüyle ihlas, yakını iman, kuran ve sünnet çizgisinde ilahi edebi elde etme ve güzel ahlak olarak tarif etmişler, hedefini marifetullah ve ilahi rıza olarak göstermişlerdir. Buna örnek olarak birkaç tasavvuf ve sufi tarifi görelim:

Ebu Hafs Haddâd (270/ 883):

“Tasavvuf, bütünüyle edepten ibarettir. Her anı, her halin ve her makâmın kendine göre bir edebi vardır. Her vakit edebine riâyet eden kimse, Hak erlerinin ulaştığı hâle ulaşır. Edebini korumayan kimse ise her ne kadar kendini Hakk’a yakın zannetse de esasen Hak’tan uzaktır. İlâhî huzurda kabul gördüğnü düşünsede oradan tard edilmiştir.”[5]

Cüneyd el-Bağdadî (297/909):

“Bu (tasavvuf) ilmimiz, Kitap ve sünnetle kayıtlanmıştır, Sülûkundan önce Kur’ân okumayan, hadis yazmayan ve fıkıh öğrenmeyen kimseye uymak caiz değildir.”[6]

“Bizim ilmimiz, Resûlullah’ın (a.s) ilmiyle kenetlenmiştir “[7]

“ Tasavvuf; Hakk’ın, seni senden (nefis ve iradenden) öldürüp kendisiyle diriltmesidir.”[8]

Şu söz de Bağdâdî’ye aittir: “Resûlullah’a (a.s) mutâbaattan (uymaktan) başka Allah’a giden bütün yollar kapalıdır”[9]

Ebû Muhammed el-Cerîrî’ye (321/933), tasavvufun ne olduğu sorulunca: “Tasavvuf bütün güzel huylarla süslenmek, bütün çirkin şeylerden de çekinmektir” demiştir.[10]

Sühreverdî (632/1234) der ki: “Tasavvufun, güzel ahlâkın elde edilmesi ve çirkin şeylerden de el çekilmesi şeklindeki mânâsı düşünülünce görülecektir ki tasavvuf zühdün ve fakrın üstünde bir ameliyedir[11]

Zünnûn (245/859):

“Sûfi, (dünya adına bir dâva ve kavgası olmadığı için) hiç­bir arzu ve isteğin kendisini yormadığı alınacak hiçbir şeyin de kendisini korkutmadığı kimsedir

Yine Zünnûn demiştir ki:

“Sûfiler her şeye karşı Allah Teâlâ’yı tercih etmiş, Allah da her şeye karşı onları tercih etmiştir”[12]

Rüveym (330/941) demiştir ki:

“Tasavvuf, nefsi, Allah Teâlâ’ya, onun dilediği şekilde tâbi ve teslim kılmaktır”[13]

Sehl b. Abdullah (273/886):

“Kitap ve sünnetin kabul etmediği her vecd (cezbe) hâli bâtıldır”[14]

el-Kettânı (322/933):

“Tasavvuf tamamiyle güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkça senden güzel olan, tasavvuf yolunda da senden ileridir.”[15]

İbn Nüceyd (366/976):

“Tasavvuf, ilâhî emirler ve nehiyler altında sabretmektir”[16]

Ebû Ali Cüzcânî”ye: “Allah’a giden yol nasıldır?” diye so­rulduğunda şöyle demiştir:

“Ona giden yollar çoktur; ama bunların en sahihi, en güve­nilir ve şüpheden en uzak olanı kâlen, fiilen, azmen, akden ve niyeten sünnete uymaktır. Çünkü Allah Teâlâ: ‘Eğer o peygam­bere uyarsanız, hidâyete erersiniz!(Nûr 24/54) buyurmuştur!” Sünnete tâbi olmanın yolu ve şekli nasıldır, diye sorulunca da: “Bid’atlardan uzaklaşmak, ilk devir îslâm âlimlerinin üze­rinde ittifak ettiği şeylere uymak, (sapık) kelâm meclislerine ve ehline yanaşmamak ve hak yolda gidenlerin izine sımsıkı sarı­lıp inkıyâd etmektir. Baksanıza, Allah Teâlâ, Resûl’üne: “Son­ra, hanif olarak İbrahim’in dinine uyasın diye sana vahyettik’ (Nahl 16/23) buyurmaktadır!”demiştir.[17]

Ebû Hafs Haddâd (270/883):

“Bir kimse hâllerini ve fiillerini Kitap ve sünnetle ölçmez, kalbine gelen havâtırı (iyice bir tenkite tâbi tutup hak ölçülere uymayanı) kusurlu görmezse biz, onu ricâlullahtan saymayız”[18]

İmam Rabbânî (1034/1625):

“Tarikat ve hakikat, şeriatın üçüncü merhalesi olan ihlâsı elde etmede birer hizmetçidir.”[19]

Imam Rabbânî, seyr u sülûktan maksadın ne olduğu­nu şöyle açıklıyor: “Seyr u sülûktan maksat, kalbi tasfiye,[20]nefs-i emmâreyi tezkiye,[21] rızâ makamı için gerekli olan ihlâsı tahsil,[22] (dinin hakikatlerini keşfedip anlayarak) icmâlî bilgi­leri tafsil, istidlâlî olanı ise keşfen zarûrî ilim gibi tespit[23] ve îmân-ı hakîkiyi elde etmektir.[24] Asıl maksat, aşk ve muhabbet değil, kulluktur. Aşk (cezbe ve muhabbet), güzel kulluk yapılsın diye verilir. Velâyet mertebelerinin en sonu, kulluk makâmıdır. Ondan daha üstün bir makâm yoktur.[25]Tarikat ve hakikat, şeriatın hakikatinden ibarettir. Onları şeriattan ayrı düşünmek, ilhaddır (dinsizlik ve zındıklıktır.)”[26]

Sülûkun şekli konusunda ise şu değişmez ölçüyü ortaya koyuyor: “Bütün evâmir-i ilâhiyye ve peygamberler, kulu, nefsin hevâ ve hevesinden kurtarıp Hakk’a bağlamak için gelmiştir. Her ne miktar şer’î amel işlenirse o miktar nefsânî arzu zâil olur. Bunun içindir ki şer’î hükümlerden birisini icrâ etmek, nefsânî arzuların izâlesi için bin senelik riyazattan ve bu uğurda uğraşmaktan daha faziletlidir. Yapılan bütün mücâhede ve riyâzatlar, Şeriat-t Garrâ gereği olmayınca nefsin arzularım takviye ve te’yid eder. Brahmanlar ve Hindûlar riyâzat işinde hiçbir kusur etmedikleri halde, şeriatın tarif ve edebine göre yapmadıkları için (Hak adına) kendilerine hiçbir faydası olmamıştır”[27]

Ebû Said el-Harrâz (277/890):

“Zâhir ilme ters düşen her bâtınî hâl ve ilim, bâtıldır”[28]

Cüneyd el-Bağdâd (297/909):

“Bizim bu (tasavvuf) ilmimiz, Resûlullah’ın (s.a.v) hadisleri ile iç içe ve tamamen onlara bağlı bir durumdadır”[29]

Ebû Osman el-Hîrî (298/910):

“Kim, söz ve fiillerinde sünnete göre hareket ederse o, hikmetle konuşur. Kim de söz ve fiilinde hevâ ve hevesine göre hareket ederse o, bid’atla konuşur.” [30]

Sühreverdî (632/1234), kendinden önceki sûfilerin üze­rinde ittifak ettiği, sonradan gelen hiç kimsenin de itiraz ede­mediği şu temel anlayışı ortaya koyuyor: “Kim, sünnet yoluna girmeden, herhangi bir maksada ulaşacağını veya istediğini elde edeceğini zannederse o kimse, aldanmış ve hüsran içinde, kendi hâline terk edilmiştir. İşte sûfilerin hâli ve yolu budur. Bu yolun ve anlayışın dışında başka bir hâl (ve ilim) iddia eden kimse, fitneye düşmüş, yalancının birisidir”[31]

Bu şekilde tarif ve tatbik edilen bir terbiye metodunun na­sıl bir kaynaktan alındığı ve hangi asla dayandığı apaçık orta­dadır. Bu durumda, başka kaynak arayışları, zorlamadan iba­ret kalıyor ve ortaya konanlar, sünnî sûfiliğe değil, herkesin bir ölçü olmadan söz edebileceği felsefî tasavvufa ait gözüküyor.

[Kur’ân ve tasavvuf, Dr. Dilaver Selvi]


[1] Nicholson,Fi’t-Tasavvufi’l-Islami, s.112

[2] Nicholson,a.g.e.,(mütercim Afifi’nin mukaddimesi)

[3] Roger Garaudy, Islam ve Insanlığın Geleceği, s.38-42. Müellif, eserinde tasavvufun kaynağı ile ilgili özetle şunları söyler: “Tasavvu, Hristiyan mistisizminden alınmamıştır. Tasavvuf, yeni Eflatunculuktan kaynaklanmamıştır. Tasavvuf, Hind bilgeliğinden doğmamıştır. Tasavvufun kaynağı Kuran’dir.

[4] Hücviri, Keşfu’l-Mahcub, s.54

[5] Hücviri, Keşfü’l-Mahcub, s.51

[6] Sübki, Tabakatü’ş-Şafiiyye, 2/273, 274

[7] Serrac, Luma’,s.144

[8] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.69; Kuşeyri, er-Risale, s.2/550

[9] Kuşeyri, er-Risale, s.1/117

[10] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.67

[11] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.67

[12] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.69

[13] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.70; Kuşeyri, er-Risale, 2/550

[14] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.64

[15] Kuşeyrî, a.g.e., 2/550 vd.; Attâr, Tezkire, 580; Sühreverdî, a.g.e., s. 299; îbn Mulakkın, Tabakâtu’l-Evliya, s. 145.

[16] Sülemî, Tabakât, s. 354; Kuşeyrî, a.g.e, 1/182; îbn Mulakkın, a.g.e., s. 108.

[17] Sülemî, a.g.e., s. 247; Attâr, a.ge., s. 575; Şarânî, Tabakât, 1/90.

[18] Değişik tarifler için bk. Sühreverdî, a.g.e., s. 66-59.

[19] İmam Rabbânî, Mektûbât, 1/36. Mek.

[20] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/90. Mek. Ayrıca bkz. Gazâlî, Ravdatut-Tâlibin, s.29-30. (Beyrut, trs.)

[21] imam Rabbânî, a.g.e., 1/35. Mek. Ayrıca bkz. Gazâlî, Sırru’LEsrâr, t. 45 (Kahire, 1988).

[22] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/36. Mek.

[23] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/30. Mek.

[24] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/161. Mek.

[25] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/30. Mek. Kulluk makamının üstünlüğü için bkz. Gazali Ravdatu’t-Talibin, 17. Muhabbetin tarifi ve hakiki muhabbetin sonuçları için bkz. el-Herevi, Menazilü’s-Sairin, s.32(Kahire,1966)

[26] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/57. Mek.

[27] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/52. Mek.

[28] Sülemi, Tabakat, s.231;  Kuşeyri, Risale, 1/140, Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63

[29] Kuşeyri, Risale, 1/117;  Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63

[30] Kuşeyri, Risale, 1/122

[31] Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63-64

Categories: Tasavvuf | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Ibn Kayyim ve feraset

Ibn Teymiyyenin talebesi Ibn Kayyim:

Ferasete gelince, Yüce Allah, feraset sahiplerinden övgüyle şu şekilde bahsetmiştir: “Şüphesiz bunda, işaretten anlayanlara nice ibretler vardır.” (Hicr, 15/75). İbni Abbas ve diğerleri: “İşaretten anlayanlar, feraset sahipleridir” demişlerdir.

Diğer bir ayette: “Onları tanımayan, utangaçlıklarından dolayı onları zengin sanır. Onları simalarından tanırsın” (Bakara, (2/273) buyrulmuştur. Bir başka ayette de: “Biz dileseydik, onları sana gösterirdik. Sen onları simalarından tanırdın ve onları sözlerinin uslubundan tanırsın” (Muhammed, 47/30) buyurulmuştur.

Feraset, kalbi doğrular. Temiz ve saf olur. Pisliklerden uzak bulunur. Allah’a yakın olur. Ferasetli kimse, Allah’ın kalbine attığı nurla bakar. Tirmizi ve diğerlerinde Ebu Said’den şöyle bir hadis nakledilir; Rasulullah buyuruyor:
“Mü’minin ferasetinden sakının. O, Allah’ın nuruyla bakar.”

Bu feraset, Allah’a yakınlıktan kaynaklanmıştır. Kul Allah’a yaklaşınca, hakkı bilmesine, anlamasına engel olan kötü engeller ortadan kalkar, Allah’a yakınlığı ölçüsünde, Allah’a yakın bir fener ışığı, kula ulaşır. Yakınlığına göre bu ışık onu aydınlatır. Bu nurla, Allah’tan uzak kimsenin, mahcubun göremediği şeyleri görür.

es-Sahih’te, Ebu Hureyre’den naklen, Rasullah’ın Allah’tan rivayet ettiği kudsi bir hadiste Yüce Allah şöyle der: “Kulum bana, üzerine farz kıldığım ibadetlerle yaklaştığı gibi hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana,nafile ibadetlerle yaklaştıkça da onu severim. Kulumu sevince, duyduğu kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Böylece o, benimle duyar, benimle görür, benimle tutar ve benimle yürür.”

Yüce Allah bu kudsi hadiste, kendisine yaklaşan kuluna olan sevgisinin, faydalı olacağını belirtmiştir. Allah kulunu sevince kulağına, gözüne, eline ve ayaklarına yaklaşır. Artık gözü Allah’la görür. Kulağı O’nunla duyar. O’nunla tutar. O’nunla yürür. Kalbi, eşyaların gerçeklerinin belirdiği saf ayna gibi olur. Ferasetinde oldukça az yanılır. Çünkü kul, Allah’la varlığa bakınca onu olduğu gibi görür. Allah’la işitince onu olduğu gibi işitir. Ancak bu, gayb bilgisinden sayılamaz. Yüce Allah’ın, hakikatlerin suretlerini görmeye mani olan vesvese, hayal ve batıl izlerden uzak, nurla kaplı, kendine yakın kulunun kalbine attığı hak ile hakikatların suretlerini görür, bilir. Nur kalbte çoğalınca, derhal kalbten uzuvlara, göze geçer; nur ölçüsünde görme gözüyle hakikatlan olduğu gibi keşfeder.

Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) namaz kılarken -sair zamanda önünde bulunan ashabını gördüğü gibi- arkasında namaz kılanları görürdü. Mekke’de iken gözü ile Beyt-i Makdis’i görmüştür. Şam saraylarını, San’a kapılarını ve Kisra’nın şehirlerini hendek kazarken, Medine’de görmüştür. Medine’de iken Mute’de yaralanmış komutanları görmüş; yine Medine’ de iken Necaşi’nin ölüsünü görmüş, Musalla’ya giderek, gıyabında cenaze namazı kılmıştır.
Hz. Ömer, İran’ın Nihavend bölgesinde düşmanlarla savaşan İslam askerlerini ve askerlerden Sariye’yi görmüş, O’na: “Sariye! Dağa, dağa” diye nida etmiştir. Yine Hz. Ömer’in huzuruna içlerinde Eşter en-Nehai’nin de bulunduğu Mezheç kabilesine mensup bir grup insan
girmiş, Hz. Ömer başını kaldırarak Eşter’i görmüş. Onlara: “Bu adam kim?” diye sormuştur. Onlar da: “Malik b. Haris” karşılığını verince Hz. Ömer: “Ne oluyor ona. Aşkolsun ona. Bugün müslümanların korkunç bir gün yaşadıklarını görüyorum” demiştir……………….

İşte Osman b. Affan! Hz. Osman’ın yanına gelirken yolda bir kadın görmüş, onun güzelliklerini düşünmüş bir sahabe huzura girer. Hz. Osman ona der ki: “Gözlerinde zina belirtisi olan sizden bir zat yanıma geldi.” Bunu duyan sahabe: “Rasulullah’tan sonra vahiy mi?” diyerek Hz. Osınan’ın haline muttali olmasına şaşırır. O sahabeye Hz. Osman: “Hayır. Bu, basiret, burhan ve doğru ferasetle bilinir” karşılığını verir.

İşte feraset budur. O, Allah’ın kalbe attığı bir nurdur. Bu sayede bir şey, nasıl ise o şekilde hatıra gelir. Feraset göze geçerek başkasının göremeyeceği şeyleri görür.

[Ibn Kayyim, Kitâbu’r-Ruh, s. 304-308]

 

Categories: Tasavvuf | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Şirkin gerçek sebepleri nelerdir!!

Yapılan işlerin asıl fail olan Allah ‘a değil de, fiillerin yaratılmasına birer vesile olan mecazi failiere nispet edilebiliyor olması iyi anlaşılamadığı için, iman ve şirk değerlendirmesinde sıklıkla hataya düşülmektedir.

Mecazi ya da hakiki anlam ayrımını kabul etmeyen bazı insanlara göre, fiilin gerçekleşmesinde vasıta olan kişi için “işi bu kişi yapmıştır” gibi bir şey söylendiği takdirde,

مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَ

“Biz o putlara, ancak bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer 3) ayet-i kerimesinin hükmü gereğince şirke düşülmüş olur.
Böyle bir iddia asla kabul edilemez. Bu ayetin bu şekilde bir delil olduğunu iddia etmek, ayeti bağlarnından kopararak keyfe keder verilen bir manadır.
Şöyle ki, bu ayeti kerime, müşriklerin Allah’tan başka putlan ilah edinip Allah’ın rububiyetinde ortak gördüklerini ve o putlara ibadet ettiklerini açıkça ifade etmektedir. Müşrikler, putları Allah’tan başka rabler kabul edip onlara ibadet ettikleri için müşrik ve kafır olmuşlardır. Yaptıklan bu ibadetin Allah’a yakınlığa vesile olduğunu iddia etmektedirler.

Burada açıklanması gereken önemli bir husus daha vardır. Allah -celle celaluhu’nun bizlere aktardığı müşriklerin sözlerinden -müşriklerin kendi iddialarına göre- şu anlaşılmaktadır: Onlar putlara ibadet ederken aslında istekli değiller ve bu ibadeti yapmayı istemedikleri halde sadece Allah’a yakınlığa sebep olduğu için yapmaktadırlar. Bu ayeti böyle anlamak durumundayız. Zira eğer müşrikler gerçekten bu iddialarında doğru söylüyor olsalardı, doğal olarak Allah -celle celaluhu’yu o putlardan daha büyük görüp putlara değil de Allah’a ibadet etmeleri gerekirdi. Müşrikler bu söylediklerini, şirklerinin üstünü örtebilmek için bir mazaret olarak ileri sürmektedir.
وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَرْجِعُهُم
ْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“Onların, Allah’tan başka çağırdıklarına sövmeyin ki onlarda bir ilim olmaksızın Allah’a sövmesin. İşte biz böylece her ümmete yapıp ettiklerini süsledik. Sonra rablerine döndürülecekler ve Allah onlara kendi yaptıklarını haber verecektir” (En’am 108) ayeti kerimesi, Müslümanlan onların putlanna sövmekten alı koymuştur.

Abdürezzak, Abd İbni Humeyd, İbni Cerir, İbni Münzir, İbni Eb!
Hatem ve Ebu Şeyh, bu ayetin tefsiri ile alakah Katade -radıyallahu anh’dan şu rivayeti nakl etmişlerdir:

“Müslümanlar kafirlerin putlarına söverler onlar da bunun üzerine
Allah hakkında ileri geri konuşurlardı. Bunun üzerine:
وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍ
“Onların, Allah’tan başka çağırdıklarına sövmeyin…” (Enam 108) ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu ayetin nüzul sebebi bu olaydır. Kur’an, Mekke putperestlerinin tapındığı taşların kusur ve eksikliklerini dillendirmeyi yasaklayarak haram etmiştir. Zira Müslümanların, putların kusurlarını ortaya koyan sözleri, putların menfaat ve zarar verebileceğine gerçekten inanan putperesderin putlara bestedikleri bağlılık duygularını tahrik etmekteydi.
Sinirlenen putperestler Müslümanlara ayni ile mukabele edip her noksanlıktan münezzeh olan alemierin Rabbine noksanlık izafe ederek sövmekteydiler.

Imdi eğer bunlar gerçekten Allah’a yakınlık için ibadet ettikleri iddiasında tutarlı olsaydılar, intikam almak için kendi ilahlan olduğunu söyledikleri Allah’a sövmezlerdi. Bu yaptıkları göstermektedir ki Allah’ın onlar nezdindeki değeri, kesinlikle putlarından daha azdır.
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ
“Eğer gökleri ve yeri kim yarattı diye onlara soracak olsan elbette Allah yarattı derler” (Lokman 25) ayet-i kerimesi de bu manayı teyid etmektedir. Yani eğer gerçekten putların değil de Allah ‘ın gerçek
yaratıcı olduğuna inanıyor olsalardı sadece Allah’a ibadet ederlerdi. Yada en azından Allah’a olan saygı ve hürmetleri putlardan daha fazla olurdu.

Şimdi soruyoruz: Putları hakkında söylenilenlerden tahrik olup Allah
celle celaluhu’dan intikam almak adına putperesderin bu yaptıkları, Allah’ı yüceltip saygı gösteren bir insanın yapabileceği şeyler midir? Elbette ki hayır.
Allah’ın müşrikler nezdindeki değerinin o taşlardan daha değersiz olduğuna delalet eden ayeti kerimeler sadece bunlardan ibaret değildir.
وَجَعَلُواْ لِلّهِ مِمِّا ذَرَأَ مِنَ الْحَرْثِ وَالأَنْعَامِ نَصِيباً فَقَالُواْ هَـذَا لِلّهِ بِزَعْمِهِمْ وَهَـذَا لِشُرَكَآئِنَا فَمَا كَانَ لِشُرَكَآئِهِمْ فَلاَ يَصِل
ُ إِلَى اللّهِ وَمَا كَانَ لِلّهِ فَهُوَ يَصِلُ إِلَى شُرَكَآئِهِمْ سَاء مَا يَحْكُمُونَ

“Tuttular Allah’ın yarattığı ekin ve davarlardan ona hisse ayırdılar ve kendi zanlarınca “Bu Allah’ın, bu da Allah’a ortak koştuğumuz putların” dediler. Ortak koşulan putlar için olanlar Allah tarafına ulaşmaz ama Allah için olanlar putların tarafına ulaşır. Ne kötü hüküm veriyorlar ” (En’am 136)

Eğer Allah’ın onlar nezdindeki değeri putlardan daha az olmamış olsaydı,
bu ayeti kerimenin bize hikaye ettiği tercihte asla bulunmazlar ve
Allah -celle celaluhu-‘nün

سَاء مَا يَحْكُمُونَ
“Ne kötü hüküm veriyorlar” (Enam 136) kavline müstahak olmazlardı.

Ebu Sufyan -radıyallahu anh- ‘ın Müslüman olmadan önce kendi ilahlarının ve ordusunun müminlere ve alemierin rabbi olan Allah’a galip olması için “Hubel aziz olsun” diyerek putları olan Hubel’e dua etmesi, müşriklerin putlara ve Allah -ce lle celaluhu-‘ya nasıl bakıp inandıklarını göstermeye yeterli bir misaldir.

Anlattıklarımız iyi anlaşılmalıdır. Zira birçok insan bu noktayı anlayamadıkları için, yanlış çıkarımlar yapmakta ve batıl fikirlerini buna dayandırmaktadırlar.

Allah -celle cetaluhu- Müslümanlara namaz kıtarken Kabe’ye yönelerek -yapılan ibadet Kabe için yapılmadığı halde- ibadet etmelerini ve onu kıble edinmelerini emretmiştir. Hacerü’I-Esved’i öpmek, Allah’a kulluk ve Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e ittiba için yapılır.
Buna rağmen birisi Kabe ya da Hacerü’l-Esved’c ibadet ettiğini düşünürse, aynı putperestler gibi o da müşrik olur.
Bu durumda vasıta kullanan herkesi müşrik kabul etmek mümkün değildir.
Zira vasıta kullanmak kaçınılmaz bir durumdur. Aksi takdirde her
işinde bir vasıta kullanan insanlan müşrik addetmek zorunda kalınz.
Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e Kur’an, Cebrail -aleyhisselam- vasıtasıyla nazil edilmiştir. Peygamberimiz -sallallahu aleyhive sellem- Sahabeyi kiram -radıyallahu anhum- için en büyük vasıtadır. Sahabe, sıkıntılı zamanlannda onun yanına sığınır, sıkıntılarını ona anlatır, onu Allah’a vesile eder ve ondan dua isterlerdi. Onların bu isteklerinin üstüne Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- asla onlara: “Siz müşrik ve kafir oldunuz. Sıkıntılarımza benden çare aramanız ve benden
bir şey istemeniz caiz değildir. Gidin ve kendi başınıza size benden daha yakın olan Allah’tan isteyin” gibi bir şey dememiştir. Bilakis, onlar adına Allah’tan istekte bulunmuştur.

Bununla beraber elbette ki bütün sahabe kesin olarak şunu bilmekteydiler; gerçekte istenileni verebilecek olan sadece Rezzak olan Allah – celle cellaluhu-‘dur. Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- de verdiği şeyleri Allah ‘ın izniyle vermektedir.

إنما أنا قاسم والله معط
“Ben ancak taksim ederim. Gerçekte veren Allah’tır” diyen yine Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in kendisidir.

Öyleyse, herhangi birisi için “o, sıkıntıyı giderdi ve ihtiyacımı gördü” demek, o işin olmasına vesile oldu demektir.
Kim, iki dünyanın en şereflisi, cinlerin ve insanların efendisi, Allah’ın
bütün mahlukatının her anlamda en değeriisi olan yüce Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem-‘e i’tiraz edebilir? O değil midir ‘sahih’ bir rivayette:
من فرج عن مؤمن كربة من كرب الدنيا
“Kim ki mümin kardeşinin dünyada bir sıkıntısını giderirse…” diye buyuran. Mümini, sıkıntıları gideren olarak vasıflanmıştır.
من قضى لأخيه حاجة كنت واقفاً عند ميزانه فإن رجح وإلا شفعت له
“Kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse onun mizanı önünde duracak ve ağır basmasını bekleyeceğim. Ağır gelmese şefaat edeceğim” diye buyuran, müminleri, “ihtiyaçları giderici” olarak tavsif eden O -sallallahu aleyhi ve sellem- değil midir?
Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- sahih rivayetlerde:
من ستر مسلماً
“Kim bir müminin ayıbını örterse…”
أن لله عز وجل خلقاً يفزع إليهم في الحوائج
“Allah’ın öyle mahlûkatı var ki sıkıntılı anlarda onlara müracaat edilir”
والله في عون العبد ما دام العبد في عون أخيه
“Allah, kardeşine yardım ettiği sürece kulunun yardımındadır”
من أغاث ملهوفاً كتب الله له ثلاثاً وتسعين حسنة
“Kim sıkıntısı olan birisine yardım ederse Allah ona doksan üç hasene yazar” diye buyurmuştur?

Bu rivayetlerde müminler, sıkıntıyı gideren yardım eden, ayıpları gizleyen ve kendisine müracaat edilen kişiler olarak tavsif edilmiştir. Halbuki sıkıntıları gideren, ihtiyaçlan veren, ayıpları örten ve yardım eden gerçekte Allah’tır. işlerin yerine getirilmesinde bir vasıta oldukları için, fiillerin Müminlere nispet edilmesinde bir beis bulunmamaktadır.

İstiğfar eden ve mescitleri imar eden insanlardan dolayı, Allah ‘ın
yeryüzünden azabı kaldırdığına, onlar sayesinde diğerlerini
rızıklandırdığına, belaları onlar sayesinde defettiğine delalet eden birçok hadisi şerif bulunmaktadır.

Taberani “Kebirde, Beyhaki’de “Sünen’de nakletmiştir: Mani ed Deylemi -radıyallahu anh- Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
لولا عباد لله ركع وصبية رضع وبهائم رتع لصب عليكم العذاب صباً ثم رضّ رضا
“Eğer yeryüzünde Allah’ın rükû eden kulları, süt emen sabiler, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azap yağdırır ve sizi helak ederdi.”

Buhari, Sad İbni Ebi Vakkas -radıyallâhu anh-’ın şöyle rivayet ettiğini nakletmiştir:
هل تنصرون وترزقون إلا بضعفائكم
“Siz ancak aranızdaki zayıflar sayesinde yardım olunuyor ve rızıklandırılıyorsunuz.”

Tirmizi ve Hakim sahih bir senetle Enes -radıyallâhu anh-’dan şöyle nakletmişlerdir:
لعلك ترزق به
“Umulur ki onun sayesinde rızıklandırılırsınız.”

Abdullah İbni Ömer -radıyallâhu anh-’dan naklen Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
إن لله عز وجل خلقاً خلقهم لحوائج الناس يفزع إليهم الناس في حوائجهم أولئك الآمنون من عذاب الله تعالى
“Muhakkak Allah, insanların ihtiyaçları için kendilerine müracaat edecekleri insanlar yaratmıştır. İşte onlar Allah’ın azabından emin olanlardır.”

Cabir bin Abdullah -radıyallâhu anh-’tan rivayetle Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
إن الله ليصلح بصلاح الرجل المسلم ولده وولد ولده وأهل دويرته ودويرات حوله ولا يزالون في حفظ الله عز
وجل ما دام فيهم
“Muhakkak Allah, salih bir adamın salihliğinden dolayı çocuğunu ve çocuğunun çocuğunu, beldesini ve çevresindeki beldeleri de salaha erdirir. Ve o aralarında bulunduğu sürece onları muhafaza eder”

İbni Ömer -radıyallâhu anh-’dan naklen Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurmuştur:
إن الله ليدفع بالمسلم الصالح عن مائة أهل بيت من جيرانه بلاء
“Muhakkak ki Allah, bir salih kul vesilesiyle komşularından yüz evden musibet ve belayı def eder”
Sonra da İbni Ömer -radıyallâhu anh- şu ayeti okumuştur:
وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الأَرْضُ
“Allah’ın insanların bazısını bazısıyla defetmesi olmasaydı elbette yeryüzü fesada uğrardı.” (Bakara 251)

Sevban, ‘merfu’ olarak Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem-’den şu rivayeti yapmıştır:
لا يزال فيكم سبعة بهم تنصرون وبهم تمطرون وبهم ترزقون حتى يأتي أمر الله
“İçinizde daima yedi kişi bulunur ki onlar sayesinde yardım olunur, onlar sayesinde yağmur yağdırılır ve onlar sayesinde rızıklandırılırsınız. Allah’ın emri gelene dek bu böyle sürüp gider”

Ubade bin Samit’ten naklen Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
الأبدال في أمتي ثلاثون بهم ترزقون وبهم تمطرون وبهم تنصرون
“Ümmetimde otuz tane ‘abdal’ vardır. Onlar sayesinde rızıklandırılır, onlar sayesinde yağmur yağdırılır ve onlar sayesinde yardım olunursunuz.”

Katade “Sanıyorum Hasan (Basri?) onlardan biridir” demiştir.

İbni Kesir bu son dört hadisi şerifi tefsirinde
وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ
“Allah’ın insanların bazısını bazısıyla defetmesi olmasaydı…” (Bakara 251) ayetinin açıklamasını yaparken zikretmiştir. Hadislerin hepsinin toplamı, sahih seviyesine çıkmakla delil olmaya salahiyetli hale gelmiştir.

Enes -radıyallâhu anh-’dan rivayetle Rasulüllah Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
لن تخلو الأرض من أربعين رجلاً مثل خليل الرحمن ، فبهم تسقون وبهم تنصرون ما مات منهم أحد إلا أبدل الله
مكانه آخر
“Yeryüzü, Halilü’r-Rahman Hz. İbrahim gibi kırk kişiden asla boş kalmayacaktır. Onlar sayesinde yağmur yağdırılır ve yardım olunursunuz. Ne zaman onlardan biri vefat etse Allah yerine bir başkasını koyar.”

Tevhid ve iman günü olan mahşerde, arşın açığa çıktığı o günde vasıtayı uzma olan vesilelerin en büyüğü meydana çıkar. O, livaü’l-hamd’ın, makam-ı Mahmud’un ve havz-ı kevser’in sahibi olan, şefaati asla geri çevrilmeyen şefaatçi, ümmetini hüsrana ve üzüntüye düşürmekten sakınan, aldığının karşılığını muhakkak veren, hüsnü zanları boşa çıkarmayan vaatlerin sahibi olan Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-’dir.

O gün, tüm insanlar ona yönelecek ve ondan şefaat dileneceklerdir. O -sallallahu aleyhi ve sellem- de, Allah’ın “ey Muhammed! Şefaat et, kabul edilecektir. İste, Sana verilecektir” hitabıyla vücud bulan, ihsan hırkası ve ikram tacı sayesinde ümmetinin isteklerine karşılık verecektir.

 

[Seyyid Alevi el Maliki, Mefahim, s.83-90]

 

Categories: Müşrik-Mümin farkı, Tevessül | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Sufiler Abdal ve Evliyadır arasındadırlar (Geylani hz)

geylani abdallar

Imam Abdulkadir Geylani Rahimahullah soyle yaziyor:

“Gercek Fukara sufilerin yolunda yuruyen insanlardır.Onlar kendilerini şeytani arzulardan temizliyorlar.Onlar “Abdal” ve “Evliya” arasındadırlar’

[El-Guniya Tut Talibi Fi Tarik el Hakk, seh No. 449]

Categories: Tasavvuf | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Alimlerin sufiler hakkındaki sözleri..(1)

Tac’ed-Din es-Subki :

Mu`id en-ni`am’da tasavvuf başlığı altında şunları söyler: “ Allah onlara ömür versin ve onları(sufileri) selamlasın, ve Allah bizi cennetle onların yanına koysun. Onlar hakkında çok fazla şey söylenmiştir ve çok fazla cahil insan onlarla alakası olmayan şeyler söylemiştir… Gerçek şu ki, o insanlar dünyayı terk etti ve ibadetle meşgullerdi. ” (es-Subki, Mu`id en-ni`am ve mubid en-nikam s. 190.)

İmam Ebu İshak eş-Şatibî el-Malikî :

Kitabı el-İ`tisam’da şöyle yazar: “Cahillerin çoğu, sufilerin şeriate uymakta gevşek olduklarını düşünür. Böyle bir inanç atfedilmesi onlardan uzaktır! Onların yolunun ilk esası  sünnet-i seniyyedir ve ona uymayandan kaçınmaktır!” ( eş-Şatibi, el-İ`tisam min el-kutub, el-Muslim: macellat el-`aşira el-muhammediye’de söyledi (Zu el-ki`da 1373).

İmam eş-Şatibi ayrıca sufilerin ve tasavvufun bu kritere göre islamda bir bidat olarak sınıflandırılmasını da reddetti. ( Eş-Şatibi, el-I`tisam (Beyrut: Dar el-Kutub el-`Ilmiye, 1415/1995) s. 150-159).

İbn Haldun :

İbn Haldun ünlü Mukaddime’sinde şöyle dedi:

“Tasavvuf İslamî toplumdaki hukukun son dönem bilimlerinden biridir. Halbuki, tasavvufun temeli, (gerçekte görüldüğü gibi, daha eski) bu insanların ve onların yolunun daima selef ve sahabelerin ve halefin en kıdemlilerinin arasında bulunması, ve onların yolunun hakikat ve kılavuzluk olmasıdır.” (Mukaddimat ibn Haldun, s. 328.)

İmam es-Sehavî:

İmam Şems ed-Din Muhammed ibn Abdurrahman es-Sehavî, İbn Hacer el-`Askalanî’nin en iyi öğrencisidir ve  el-Cevahir el-mukallala fi’l-ahbar el-musalsala’sındaki yalnızca sufi raviler tarafından aktarılmış hadislere tahsis edilmiş bölümde, Sehavî der ki kendisi sufi yolunu Kahire’de Zeyn’ed-Din Ridvan el-Mukrî’den almıştır. (A.J. Arberry, Seheviyana: Chester Beatty Ms. Arab. 773 kaynaklı bir çalışma(Londra: Emery Walker Ltd., 1951) s. 35).

Zekeriyya ibn Muhammed Ensarî:

Zekeriyya ibn Muhammed Ensarî Şeyh’ul-İslam İbn Hacer el-Heytemî’nin hocası idi. İmam el-Ensarî Kuseyri hakkındaki şerhinde tasavvufu şöyle tanımlar:

“Tasavvuf ihtiyatın terkedilmesidir. Ayrıca şöyle denir: her nefeste aklını ve dikkatliliğini korumaktır; ayrıca: bütün meliklerin Malik’i olana doğru ilerlemede tam samimiyet(ciddiyet)tir; ayrıca: iyi işlere bağlılık ve kusurlardan kaçınmaktır; ve başka açıklamalar… Sufiyye ya da Sufiler, Allah onları saf (safahum) kıldığı ve onların kısıtsız (akhlasa lahum al-ni`am) bakmalarına izin vermesi hakikatinden dolayı bu isimle çağrılırlar.” (Zekeriyya el-Ensari, Şerh er-risale el-Kuşeyriyya (Kahire: dar’ul-kutub el-`arabiyya el-kubra, 1330/1912) s. 126).

Imam Zehebi Rahimahullah Sufi Seyhini kendi eserinde soyle takdim etmekte:

” Sufi, Sheyh,guvenilir Muhaddis. Ebu Abdullah Ahmed bin Hasan bin Abdul Cebbar bin Rashid el Bagdadi. “ Büyük Sufi”
[Es-Siyar A’lem el-Nubela, cilt No. 17, seh No. 211]

Imam Beyhaki(ra) sufi sheyhlerine baglanan hadisler nakletmisdir.Buna misal olarak “Shuabul Iman” adli kitapindaki bir hadisin isnadindaki ravilere bakalim:

أخبرنا ابو عبد الله الحافظ أخبرني ابو بكر محمد بن داود بن سليمان شيخ عصره في التصوف حدثني علي بن محمد بن خالد

Ebu Abdullah el-Hafiz ebuBekr> Muhammed bin Davud bin Sulaymendan “Zamaninin Sufi Şeyhi”> o da Ali bin Muhammed bin Halitden…
[Shu’a b ul Iman, Cilt No. 3, seh No. 170, Hedis # 3251]

Imam Zehebi(ra) Bu Muhaddis hakkinda shoyle diyor:

الإِمَامُ الْحَافِظُ الرَّبَّانِيُّ الْعَابِدُ، شَيْخُ الصُّوفِيَّةِ أَبُو بَكْرٍ، مُحَمَّدُ بْنُ دَاوُدَ بْنِ سُلَيْمَانَ النَّيْسَابُورِ يُّ الزَّاهِدُ… قَالَ أَبُو الْفَتْحِ الْقَوَّاسُ: سَمِعْتُ مِنْهُ، وَكَانَ يُقَالُ: إِنَّهُ مِنَ الأَوْلِيَاءِ وَسُئِلَ الدَّارَقُطْنِي ُّ عَنْهُ، فَقَالَ: فَاضِلٌ ثِقَةٌ أَرَّخَهُ الْحَاكِمُ، وَقَالَ: هُوَ شَيْخُ عَصْرِهِ فِي التَّصَوُّفِ،

Imam, dindar Hafiz,inancli abid . “Sufilerin Şeyhi”- Ebu Bekr Muhammed bin Davud bin Suleyman el-Neysaburi. “ ZAHID”…Imam Ebu Fettahin soyle dedigi isitildi:O,“EVLIYA”lar arasindadir…Imam Darakutniye onun hakkinda soruldu ve o dedi: O “FAZIL Ve SIKAdir”…Imam Hakim ayni zamanda ondan rivayet etmis ve demisdir: “O,zamaninin Tasavvuf Şeyhlerinden idi”
[Siyar A’lem el-Nubela Cilt No. 12, Seh No. 83]

Categories: Tasavvuf | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da Blog Oluşturun.