Posts Tagged With: eş’ari

Tasavvuf islâmı/Fıkıh islâmı

TASAVVUF İSLÂMI / FIKIH İSLÂMI
Ebubekir Sifil Hoca

İslam’ın, insanların algı tarzlarına bağlı olarak farklı şekillerde tezahür ettiğini ve bu farklı görünümlerin hepsinin de İslam’dan onay aldığını söyleyebilmek için İslamî disiplinlerden referans aramak, ya bilgisizlikten ya da kötü niyetten kaynaklanan bir tarz-ı harekettir!

Her ne kadar tarihsel ve aktüel vakıalara bakarak bu tarz-ı harekete dayanak arama ameliyesini meşru gösterme eğilimleri var ise de, bizzat İslam’ın sabitelerinin buna ne kadar müsamaha ettiğini irdelemekle bu meselenin can alıcı noktası gündeme getirilmiş olacaktır.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, İslam’ın Tasavvuf penceresinden farklı, Fıkıh penceresinden farklı göründüğü tezinin makbul addedilebilmesinin önündeki en büyük engel, bizzat bu ekollerin tarihe mal olmuş simalarının ve önde gelen temsilcilerinin duruşlarıdır

O büyük şahsiyetlerin hepsi, Kur’an ve Sünnet’in emirleri/yasakları hayata geçirilmeden Mü’min olunamayacağı noktasının altını çizmekte müttefiktirler.

Her hangi bir Sufî “Tabakât” kitabının taranmasıyla bu söylediğimiz hususun gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiği anlaşılabilir.
Burada özellikle Tasavvuf büyüklerinin bu konudaki sözlerinin hatırlanmasında büyük fayda mülahaza ediyoruz.

Aşağıda da üzerinde duracağımız gibi, Zahir/Batın ayrımının belli bir gerçeğin farklı düzlemlerde vurgulanması olarak anlaşılması ve bu iki kategorinin behemehal birbirini tamamlar tarzda mezcedilmesi gerektiğini ortaya koyanların bizzat Tasavvuf büyükleri olması, meseleye getirilmeye çalışılan sathi yaklaşımları kökünden çürütmektedir.

Bir diğer ifadeyle Tasavvuf’tan, modern zamanlara özgü “sofistike” bir “hümanizm” çıkarma gayretlerinin önündeki en büyük engel, yine bizzat Tasavvuf büyüklerinin duruşları, tavırları ve sözleridir.
Öncelikle şunu belirtelim ki, özellikle erken dönemler itibariyle “Şeriat-Tarikat” ikilisi, yani “Zahir-Batın” ilimleri içiçedir ve bu ilimlerin her birinde temayüz etmiş olan büyük simaların ilmî silsileleri, hir iki alanı mezcetmiş üstadlardan süzülüp gelmiştir.
Sözgelimi Tasavvuf büyüklerinden Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî (k.s), hem büyük mutasavvıf Ebû Ali ed-Dekkâk’tan, hem de İbn Fûrek, el-Bâkıllânî ve Ebû İshak el-İsferâînî gibi Hadis ve Kelam ulemasından feyz ve ilim almıştır.
(İbnu’l-Mulakkın, Tabakâtu’l-Evliyâ, 258.)

Yine bu yolun büyüklerinden Habîb el-Acemî, Tabiun’dan el-Hasanu’l-Basrî ve İbn Sîrîn’e yetişmiş ve bunlardan hadis rivayet etmiştir. (İbnu’l-Mulakkın, a.g.e., 182.)

Aşağıda bir eserinden alıntı yapacağımız Ebû Abdirrahman es-Sülemî (k.s), Tasavvuf konusunda olduğu kadar, Tefsir ve Hadis konusunda da söz sahibidir ve bu alanlarda eserler vermiştir. Hakkında “İmam, Hadis hafızı, Muhaddis” nitelemelerinde bulunan ez-Zehebî’nin belirttiğine göre es-Sülemî’nin Tasavvuf konusundaki eserleri 700 cüz, Hadis konusundaki eserleri de 300 cüz hacmindedir. (Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, XVII, 247.)

Bu konudaki örnekler bu yazının hacmine sığmayacak kadar fazladır. Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler için “Tabakât” türü kitapları tavsiye ederek bu örneklere son vermek zorundayız.

Tasavvuf ehlinin “zahirî ilimler”e bakışı

Tasavvuf büyüklerinin, Zahir-Batın ikilisinin birbirinden ayrılmayacağını ve Kur’an ve Sünnet’e uymanın kaçınılmaz bir görev olduğunu gösteren sözlerinden de birkaç örnek zikredelim:
Önce bu yazının başlarında zikrettiğimiz “meşru ihtilaflar” dairesi hakkında Ebû Yezîd [Bâyezîd]-i Bistâmî (k.s)’nin bir sözü ile başlayalım:
“Mücahede’de otuz yılım amelle geçti; bu süre zarfında ilim öğrenmek ve ilme uymaktan daha zor birşeyle karşılaşmadım. Ulemanın ihtilafı olmasaydı (Şer’î delillerin hangisiyle nasıl amel edilmesi gerektiği konusunda) şaşırır kalırdım. Tevhid [Akaid] ile ilgili meseleler dışındaki konularda ulemanın ihtilafı rahmettir. (es-Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, 70.)

“Akıl, emrolunan ve yasaklanan hususlara kendisiyle delil getirilen bir araçtır” şeklindeki sözün sahibi Seriy es-Sakatî (k.s):
“Sünnet’e uygun şekilde yapılan az amel, bid’at işleyerek yapılan çok amelden daha hayırlıdır.” (es-Sülemî, a.g.e., 52.)

el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî (k.s):
“Kulun, dinin kendisine yüklediği görevleri aksatarak veraı araması boşunadır.” (es-Sülemî, a.g.e., 58.)

Hâtem el-Asamm (k.s):
“Cihad üç türlüdür: Birincisi, başkasının bilmeyeceği şekilde şeytanla yaptığın ve onun gücünü kırdığın cihad; ikincisi, aleni olarak farzları yerine getirmek için yaptığın cihad; üçüncüsü ise İslam’ı güçlendirmek için Allah düşmanlarıyla yaptığın cihad.” (es-Sülemî, a.g.e., 96.)

Ahmed b. Ebi’l-Havârî (k.s):
“Sünnet’e ittiba etmeden amel eden kimsenin ameli batıldır.” (es-Sülemî, a.g.e., 101.)

Ehl-i Tasavvuf’un Kelam ve Fıkıh gibi İslamî disiplinler bakımından nerede durduğu sorsuna gelince;
Ehline malum olduğu üzere, Ebû Bekir Muhammed b. İshak el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)’nin “et-Ta’arruf” adlı eseri, Mutasavvıflar’ın İslamî disiplinler karşısındaki konum ve tutumunu sistematik ve derli toplu bir biçimde zikreden, hacmi küçük fakat önemli bir çalışmadır. Her ne kadar Ehl-i Tasavvuf’a ait pek çok eserde yukarıdaki tespiti yapmamıza imkân veren malumata, çeşitli konular arasına serpiştirilmiş bir şekilde rastlamak mümkün ise de, onun bu eseri, yukarıda işaret ettiğimiz özelliğiyle ayrı bir öneme sahiptir.

Şimdi el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)’nin bu eserinde ortaya konan tespitleri birlikte okuyalım:
Ehl-i Tasavvuf’un Akidevî çizgisi:
el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)’nin bu konuda verdiği malumattan hareketle –ki tümünü burada vermek imkânsız olduğu için sadece özet olarak belirtmek durumundayız– şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ehl-i Tasavvuf’un Akidevî/Kelamî çizgisi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in itikadî kabulleri ile “tam anlamıyla” örtüşmektedir. O kadar ki, Ehl-i Sünnet’in imamları (“Ehl-i Sünnet-i Hâsssa” denen Selef alimleri ile “Ehl-i Sünnet’i Âmme” denen müteahhirun alimler) topluluğu arasındaki birtakım cüz’î ve lafzî görüş ayrılıkları, hemen tamamıyla Ehl-i Tasavvuf’un görüşlerine de yansımış bulunmaktadır. (el-Kelâbâzî, a.g.e., 31-94.)

Ancak her topluluk arasında ifrat ve tefrida kayanlar bulunabileceği gibi, Ehl-i Tasavvuf arasında da zaman zaman bu türlü kaymalar ve sürçmeler görülmesi de bir ölçüde normaldir.

Sözgelimi nasıl Fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği tercih etmekle birlikte Akide’de Mu’tezile’nin görüşlerini benimseyenler, yahut Fıkıh mezhebi olarak Hanbelîliği benimsemişken, Akidevî görüşlerinde teşbih ve tecsim inancına kayanlar var ise, Ehl-i Tasavvuf’un yolunu benimseyip de, Akidevî görüşlerinde Ehl-i Sünnet çizginin dışına (Sâlimiyye diye anılan grup örneğinde olduğu gibi) çıkanlar da bulunabilmiştir.

Ancak nasıl Fıkhî mezhep mensupları arasındaki bu türlü kaymalar Fıkhî mezhepler için bir nakisa teşkil etmiyorsa, Tasavvuf ehli arasında görülen bu türlü istisnaî durumlar da Tasavvuf’un aslı ve öğretisi bakımından zedeleyici durum bir arz etmez.

Ehl-i Tasavvuf’un Fıkhî çizgisi:
Fıkıh alanında Mutasavvıfe’nin genel tutumu, Fukaha’nın icma ettiği görüşlerden ayrılmamak, ihtilaflı konularda ise ihtiyata ve azimete en uygun görüşü almak şeklinde tezahür etmektedir.
(İmam eş-Şa’rânî’nin el-Mîzânu’l-Kübrâ’sı, Müçtehid İmamlar arasındaki Fıkhî ihtilafları “azimet-ruhsat” şeklindeki ayrımın içine oturtarak açıklaması bakımından kayda değerdir. Bu meyanda Ebu’l-A’lâ Sâ’id b. Ahmed b. Ebî Bekir er-Râzî’nin –henüz gün yüzüne çıkmamış olan–el-Cem’ Beyne’t-Takvâ ve’l-Fetvâ fî Mühimmâti’d-Dîn ve’d-Dünyâ adlı eseri, sahasında tek denebilecek bir çalışmadır. Bu türlü çalışmaların tespit ve neşredilmesi ile konu hakkındaki şüphelerin ve malumat eksikliklerinin büyük ölçüde giderilebileceği izahtan varestedir.)

İçtihad mertebesine erişmiş olan kimse, Şer’î delillerden kendi içtihadıyla çıkardığı hükümlere göre amel eder; içtihad seviyesine erişmemiş olan ise, ilmine güvendiği bir fakihin fetva ve hükmüne uyar. (el-Kelâbâzî, a.g.e., 95 vd.)

Ehl-i Tasavvuf’un Kelam ve Fıkıh ilimleri hakkındaki tutumu
konusundaki bu kısa malumattan sonra, şimdi de zahirî ilimlerde söz sahibi ulemanın zühd hayatına bakışları ve Ehl-i Tasavvuf ile münasebetleri üzerinde bir nebze duralım.

“Zahir alimleri” ve Tasavvufî hayat

Bilahare sistemleşip “Tasavvuf” adını alacak olan disiplinin ilk öncüleri, hiç kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a.)’in terbiyesinde yetişmiş olan Sahabe’dir.

Onlardan sonra gelen kuşak arasında öne çıkan isimler arasında şunları sayabiliriz: Hz. Hüseyin (r.a)’in oğlu Ali Zeynelabidîn, onun oğlu Muhammed el-Bâkır, onun oğlu Ca’fer es-Sâdık, Üveys el-Karenî (ülkemizde Veysel Karanî olarak telaffuz edilir), Herm b. Hayyân, el-Hasan el-Basrî, Ebû Hâzim el-Medînî, Mâlik b. Dînâr, Abdülvâhid b. Zeyd, Utbe el-⁄ulâm, İbrahim b. Edhem, Fudayl b. Iyâd ve oğlu Ali b. Fudayl, Davud et-Tâî, Abdullah b. el-Mübârek, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b. Uyeyne…

Burada sadece küçük bir kısmını zikrettiğimiz bu isimlere dikkat edilirse, çoğunluğunun aynı zamanda Fıkıh ve Hadis gibi ilimlerde yed-i tûlâ sahibi oldukları görülür. Hatta bunlar arasında, Müçtehid-i Mutlak derecesini ihraz etmiş olan ve kendi adlarına nisbet edilen Fıkıh mezhebi bulunan –ki bu mezhepler zamanla inkıraza uğramışlardır– simaların mevcudiyeti dikkat çekmektedir.

Şimdi bu büyük zatlardan birkaçının konuyla ilgili tavrını birer-ikişer cümleyle nakledelim:
“Allah’a yemin ederim ki ey insanoğlu, eğer sen Kur’an’ı okur ve ona iman edersen, dünyada hüznün artar, korkun şiddetlenir ve ağlaman çoğalır” diyen ve devamlı hüzün halinde bulunmasından dolayı, görenlerin sanki az önce başına büyük bir bela gelmiş zannettiği (bkz. Ebû Nu’aym, Hilyetu’l-Evliyâ, II, 156) el-Hasanu’l-Basrî, –o “hüzün abidesi”– hakkında ez-Zehebî, “İlim ve amel bakımından yaşadığı dönemin seyyidi idi” der.
(Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, IV, 565.)

Yine ez-Zehebî’nin naklettiğine göre onun, birisi evinde, diğeri mescitte olmak üzere iki ayrı ilim halkası vardı. Evindeki özel halkada zühd ve batın ilimleri dışında birşey konuşmaz, mescitteki derslerinde ise Hadis, Fıkıh, Kur’an ilimleri, Lugat ve sair ilim dallarında dersler verirdi. (ez-Zehebî, a.g.e., IV, 579.)

İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin talebeleri arasında –yukarıda isimleri geçen– Abdullah b. el-Mübârek, Dâvud et-Tâî ve Fudayl b. Iyâd gibi zühd ve vera ehli büyük imamlar vardı. (Bkz. el-Hatîbu’l-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 250.)

Hatta İmam Ebû Hanîfe’nin şöyle dediği nakledilir: “(Hal ehli) ulemanın tutumunun ve güzel ahvalinin nakledilmesi bana Fıkh’ın pek çok bahsinden daha sevimli gelir. Çünkü bu nakillerde onların adabı anlatılmaktadır.”
(Abdülfettâh Ebû Gudde, el-Hâris el-Muhâsibî’nin “Risâletu’l-Müsterşidîn”ine yazdığı takdim yazısı, 3-4.

Süfyân b. Uyeyne şöyle demiştir: “Bir yerde salih zatlar zikredildiği zaman oraya rahmet iner.” (A.g.e., 4.)

Selef alimlerinden pek çok büyük imam, meclislerinde gıyaben salih zatlar zikredildiğinde, onlara duydukları edepten dolayı toparlanır ve oturuşlarına dikkat ederlerdi. (A.g.e., aynı yer.)
İmam Ahmed b. Hanbel’in –bilindiği gibi– zühd hayatıyla ilgili hadisleri topladığı Kitâbu’z-Zühd adlı bir eseri vardır. İlginçtir, tarihte ve günümüzde Ehl-i Tasavvuf karşısındaki ifrat tutumlarıyla öne çıkan bir kısım Hanbelî ve Vehhabîler’in aksine, bu büyük imam da salih zatlara karşı edepde kusur etmeyenlerdendir. Birgün hafifçe yan yatmış bir vaziyette otururken, yanında, salih zatlardan olan İbrahim b. Tahmân’ın adı zikredildiği zaman hemen doğrulmuş ve “Salih zatlar zikredilirken bizim yan yatmamız uygun değildir” demiştir. (A.g.e., aynı yer.)

Ehl-i Beyt imamlarından, Hz. Hüseyin (r.a)’in torunu Muhammed el-Bâkır:
“Allah’ın dininin özü kimin kalbine girerse, o kişinin kalbi ondan başkasından arınır ve sadece onunla meşgul olur. Dünya dediğin nedir? Ha var, ha yok! Dünya, bindiğin binek, giydiğin elbise ve evlendiğin kadından başka nedir?”
(ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, IV, 405.)

Yine Ehl-i Beyt imamlarından, Muhammed el-Bâkır’ın oğlu Ca’fer es-Sâdık:
“Takva’dan daha üstün bir azık, suskunluktan daha güzel bir hal, cehaletten daha zararlı bir düşman ve yalandan daha onmaz bir hastalık yoktur.” (Ebû Nu’aym, Hilyetu’l-Evliyâ, III, 228.)

Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem anlatıyor:
“Birgün oturmuş abidler ve zahidler hakkında konuşuyorduk. Söz Zünnûn el-Mısrî’ye geldi. Tam o esnada içeriye Ömer b. Nübâte girdi. Ne konuştuğumuzu sordu, biz de abidler va zahidler hakkında konuştuğumuzu söyledik. Şöyle dedi: Allah’a yemin olsun ki Muhammed b. İdris eş-Şâfi’î’den daha fasih konuşan ve daha fazla vera sahibi olan birisini görmedim. Ben, o ve el-Hâris b. Lebîd Safâ’ya çıkmıştık. el-Hâris, “Bu, ayrım günüdür. Sizi ve sizden öncekileri bir araya getirdik” (77/el-Mürselât, 38) ayetini okudu. eş-Şâfi’î’nin sarsıldığını ve hıçkırarak ağladığını gördüm. Bir süre sonra şöyle dua etti:
“İlahi! Yalancıların ahiretteki yerinden ve gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınırım. İlahi! Ariflerin kalpleri sana boyun eğmiş ve müştakların kalpleri seninle dolmuştur. İlahi! Cömertliğinden bana ihsanda bulun, merhametinin örtüsüyle benim kusurlarımı ört, ilahi kereminle beni affet ey merhametlilerin en merhametlisi!”
(Fahruddîn er-Râzî, Menâkıbu’l-İmâm eş-Şâfi’î, 311.)

Bu olayı anlatan Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem’in söylemek istediği, İmam eş-Şâfi’î’nin abidlik ve zahidlik yönünün de Zünnûn ve diğer abid/zahidlerle birlikte anılması gerektiğidir.

Süfyân es-Sevrî –ki Hadis, Fıkıh gibi ilimlerde “imam” olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur ve hatta kendisinin bile kendisi gibi birisini görmediği, döneminin alimleri tarafından söylenmiştir– Fudayl b. Iyâd ile ilmî müzakerelerde bulunduktan, nasihatleştikten ve beraberce ağladıktan sonra şöyle demiştir:
“Bu meclisimizin, bereket bakımından meclislerimizin en önemlisi olmasını umarım.” (ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, VII, 268.)

“Zahirî ilimler”de parmakla gösterilen büyük simalardan sadece birkaçının zühd hayatı ve zahidler hakkındaki tutumuna ilişkin olarak burada verdiğimiz örnekler –tıpkı daha önce zikrettiklerimizde olduğu gibi– konu hakkında zikredilebilecek binlerce örneğin sadece çok cüz’î bir kısmını teşkil etmektedir ve –yine daha önce belirttiğimiz gibi– “Tabakât” ve “Terâcim” kitapları bu tür ibretamiz vakaların anlatımıyla doludur.

Bütün bu anlatılanların şu noktanın tebellür etmesine yardımcı olacağını umuyoruz: İslam tarihinde Tasavvuf karşıtı akımların boy göstermesinden önce “zahirî ilimler”de isim yapmış ulemanın Tasavvuf’a karşı olumsuz herhangi bir tavrı söz konusu olmadığı gibi, zahir/batın ayrımının da keskin çizgilerle birbirinden ayrıldığını söylemek mümkün değildir.

Bir başka deyişle, genel olarak bir hadisçi ya da fakih aynı zamanda abid ve zahid; zühd hayatında öne çıkmış bir abid de aynı zamanda hadisçi ve fakih idi. Dolayısıyla onların anladığı ve uyguladığı İslam, hiç bir zaman bugün yapılmaya çalışıldığı gibi birbirinden alabildiğine farklı tezahürleri olan farklı anlayışları ifade etmiyordu.

Hz. Peygamber (s.a.v)’den Sahabe’ye, onlardan Tabiun’a ve daha sonraki nesillere süzülerek gelen sahih İslam anlayışındaki zahir-batın dengesi, İslamî ilimlerin Fıkıh, Kelam, Hadis, Tefsir, Tasavvuf gibi sistematik disiplinlere dönüşmesinden sonra hem zahirî ilimlerde, hem de batınî ilimlerde zirve noktasına ulaşmış olan –kelimenin gerçek anlamıyla– “alim” zatlarda tecessüm etmiştir.

Bunlara örnek olarak, muhtelif mezheplere mensup ulema arasında el-Gazzâlî, en-Nevevî, Fahruddîn er-Râzî, Takiyyuddîn es-Sübkî ve oğlu Tâcuddîn es-Sübkî, Veliyyüddîn el-Irâkî ve oğlu Zeynuddîn el-Irâkî, Cemâluddîn ez-Zeyla’î, Kemâluddîn İbnu’l-Humâm, Sirâcuddîn İbnu’l-Mulakkın, Ali el-Karî, Celaluddîn es-Suyûtî, Abdülvehhâb eş-Şa’rânî, Muhammed Zâhid el-Kevserî ve daha binlerce isim sayılabilir.

Bütün bu dev simalar, zahir ilimlerde otorite oldukları kadar, batınî ilimlerde ve zühd hayatında da etraflarını aydınlatan birer ışık olmuşlardır.

Gerek Sûfiyye’ye, gerekse Hadis ve Fıkıh alimlerine mahsus “Tabakât” kitaplarında, bu türden “zü’l-cenâheyn” alimler hakkında alabildiğine zengin malumat mevcuttur.

“Ilımlı İslam” mı?

Bu yazı boyunca ortaya koymaya çalıştığımız zahir-batın birlikteliğine ve her iki kesimde önderliğini kabul ettirmiş alimlerin İslam anlayışlarının birbirinden farklı olmadığı hususuna şöyle bir muhtemel itiraz ileri sürülebilir:
“Madem ki zahir ulemasının temsil ettiği İslam ile batın ulemasının temsil ettiği İslam arasında herhangi bir fark yoktur; o halde zahir ulemasına nazaran batın ulemasının İslam anlayışının “daha yumuşak ve daha insancıl” olduğu kanaati nereden beslenmiştir?”
Böyle bir itirazın, her iki kesim alimlerinin tutumları hakkında sağlıklı bilgilere dayanmayan, “imajinatif” bir yanılgıdan kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Zira Tasavvuf büyüklerinin, Hadis ve Fıkıh ile bağdaşmayan bir zühd hayatını reddettiği, yanlış bulduğu nasıl bir hakikat ise, pek çok zahir ulemasının da, zühd, takva, vera, ihlas… üzerine bina edilen “iç denge” olmadan, zahirî ilimleri sadece “bilmek”le Yüce Allah’ın murad ettiği ve razı olduğu İslamî yaşantıya ulaşılamayacağı konusundaki uyarıları da aynı derecede hakikattir ve dikkate alınmalıdır.

Yukarıdaki türden itirazların, meselenin –hangi cenah adına olursa olsun– tek taraflı ve yanlı biçimde algılanmasından ve bilgi eksikliğinden kaynaklandığında kuşku yoktur.

Hele “Tasavvuf İslamı-Fıkıh İslamı”, yahut “Türk Müslümanlığı-Arap Müslümanlığı” gibi bilgi eksikliğinden kaynaklanan, tamamen spekülatif ve ağırlıklı olarak imajinatif kavramları öne çıkararak İslamî meseleler hakkında söz söylemek, –kimse kusura bakmasın ama– bu devasa kültür mirası karşısında “ukalalık” etmekten başka bir şey değildir!

Kur’an ve Sünnet’te tecessüm eden ilahî vahyin somut tezahürü söz konusu olduğunda birkaç türlü İslam anlayışının ortaya çıktığının görüldüğü şeklindeki iddianın açılımlarından birisi de şöyle:
“Hanefî-Maturîdî çizginin temsil ettiği İslam anlayışı, Şafiî-Eş’arî çizginin temsil ettiği İslam anlayışına kıyasla daha “ılımlı” ve çağın şartlarına uyum bakımından daha elverişli bir duruşu ifade etmektedir.”

Böyle bir tesbitin iler tutar tarafının bulunmadığı ve hiçbir ilmî veriye dayanmadığı konusunda uzun boylu tahlillere girişmenin gereksiz olduğunu düşünüyoruz. Bununla birlikte bu nokta hakkında birkaç şey söylemeden geçmenin de, konuyu bir tarafıyla eksik bırakmak anlamına geleceği için uygun olmayacağı ortadadır.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Tasavvufî çizgiyi Fıkıh ve Hadis’ten bağımsız, “ılımlı”, “hümanist”, “sofistike” İslam anlayışının temsilcisi olarak görenler ciddi bir yanılgı içindedirler. Zira Tasavvufî geleneğin yetiştirdiği büyük simalar arasında Şafiî-Eş’arî çizgiyi benimseyenlerin sayısı hiç te azımsanamayacak boyutlardadır. el-Gazzâlî’den tutunuz, Fahruddîn er-Râzî’ye, es-Suyûtî’ye, eş-Şa’rânî’ye kadar pek çok ünlü mutasavvıf bu çizginin müntesibidirler.

Buna mukabil Hanefî-Maturîdî çizginin yetiştirdiği pek çok ünlü sima da, Tasavvuf müntesibi değildir. Ebû Ca’fer et-Tahâvî’den Bedruddîn el-Aynî’ye kadar birçok Hanefî muhaddis ve fakihin adı bu meyanda zikredilebilir. Her ne kadar bu söylediğimiz, Hanefî-Maturîdî çizgideki bu alimlerin Tasavvuf karşıtı bir tutum içinde olduklarını göstermez ise de, burada bizim için önemli olan, bunların meşrep olarak Mutasavvıf olmadığı gerçeğidir.

Şimdi sormak durumundayız:
Yukarıdaki iki gruptan Şafiî-Eş’arî çizgideki Mutasavvıflar mı, yoksa Ehl-i Tasavvuf olmadıkları halde Hanefî-Maturîdî çizgide yer alanlar mı “ılımlı” ve “hümanist” İslam’ı temsil etmektedirler?
Bu sorunun cevabı, tarih boyunca birkaç türlü İslam anlayışının sergilenegeldiğini söyleyenlerin haklılık payını (!) ortaya çıkarması bakımından son derece önemlidir.

Akidevî ihtilaflar ve “kültürel zenginlik”

Bir de tarih içinde, özellikle de erken dönemlerde ortaya çıkmış olan Kelamî fırkaların temsil ettiği İslam anlayışlarının bir “zenginlik” olarak algılanması gerektiği tezi üzerinde biraz duralım.
Burada kastedilen, Mu’tezile, Haricîler, Mürcie… gibi “bid’at fırkalar”ın ortaya koyduğu anlayışın da yanlışlanmaması gerektiğidir.
Ancak burada meseleye “inanç” boyutu müdahil olduğu için bu noktada alabildiğine hassas olmak durumundayız. Zira eğer bu fırkaların tümünün benimsediği –birbirinden farklı– inanç esaslarının hepsinin de doğru olduğunu söylersek, bunun, aslında bu itikadî mezheplerin tümünün yanlış olduğunu tersinden söylemekten hiçbir farkı yoktur.

Zira mesela kabir azabı, şefaat, sırat, mizan, evliyanın kerameti… gibi hususlar ya vardır, ya yoktur. Bunlara “vardır” derseniz, “yoktur” diyenleri yanlışlamış; “yoktur” derseniz, “vardır” diyenlerle taban tabana ters düşmüş olursunuz.

Keza Allah Teala hakkında inanılması caiz olan ve olmayan hususlar, Sahabe’nin konumu, Sünnet’in/hadislerin bağlayıcılığı… gibi pek çok konu da aynı minval üzere değerlendirilmelidir.
Şu halde burada bir tercih yapmak ve bütün bu fırkalar içinde sadece birisinin doğruya isabet ettiğini, diğerlerinin ise yanıldığını söylemek durumundasınız. Bunu yaptığınız zaman da, “birkaç türlü İslam anlayışının bulunduğu ve bunların tümünün doğru olduğu” şeklindeki anlayıştan sıyrılıp, zorunlu olarak “Ehl-i Sünnet–Ehl-i Bid’at” ayrımına gelirsiniz ki bu da, Ehl-i Sünnet dışındaki bu fırkaların yanılgıya düştüğünün ve ana caddeden ayrıldığının ikrarı demektir…

Sonuç olarak, neresinden bakarsak bakalım, “birkaç türlü İslam anlayışı” bulunduğunu söyleyenlerin bu iddiası, daha önce de söylediğimiz gibi ya bilgi eksikliğinden, ya da vakıanın bilinçli bir şekilde çarpıtılması maksadından kaynaklanmaktadır. Tarihe ve olaylara şuurlu olarak ve Müslümanca bakılabildiğinde böyle bir iddianın ciddiye alınır tarafının bulunmadığı rahatlıkla görülecektir..

Categories: Tasavvuf | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Hanbeli taifesine isnad edilen cirkin mesele!!

El-Hafız Ebu’l Hasan ed-Darekutni’nin çağdaşı olan el-Hafız Ebu Hafs b. Şahin demiş ki: İki salih adam olan Cafer b. Muhammed ve Ahmed b. Hanbel, birçok kötü arkadaşlarının belasına çarpılmışlardır. El-Hafız Ebu’l-Kasım b. Asakir(Tebyinu kazibi’l-müfteri fimâ nusibe ilâ-İmam Ebi’l-Haşanı’l-Eş’arı) adli kitabında bunu el-Hafız Ebu’l-Hasan’a isnad ederek demiş ki: Rafiziler, Caferi sadık b.Muhammed el-Bakır’ın onlardan beri olduğu birçok çirkin meseleleri kendisine isnad ettiler. Keza Ahmed b. Hanbel’in de, bazı talebe ve tabileri, Allah’ın cisim olduğu manasında birçok batıl sözü kendisine isnad etmişlerdir. Halbuki, Ahmed b. Hanbel bu sözlerden uzaktır. Şüphesiz İmam Ahmed ile ilk tabilerinin, Kur’an ve hadiste geçen bir çok muhal tabileri, te’vil ettiklerini gösteren rivayetler sabit olmuştur.

Takiyyuddin el-Huşanı,<<Def’u’s-şubhe men teşebbehe ve temerrede ve nesebe zalike ile’l-İmam Ahmed>> adli kitabında, açıkça der ki:

İmam Ahmed, Kur’an-ı kerim’deki<<Rabbin geldi(Fecr 22)>> mealinde olan ayetin hakiki manasının<<Rabbin emri geldi>> demek olduğunu söylemektedir.

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, sayfa 31 ]

Categories: Tahrifler | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Tahrifler!

Bid’atçılar, Eş’âri ile diğer İslam alimlerinin kitaplarına, sayılamayacak kadar çok şeyleri gizlice ilave etmişlerdir. Mesela: İmam İbn Cerir et-Taberi’nin İsrâ/79. ayete yaptığı tefsir yerine kapalı bir ifade kullanarak ondan tecsim anlaşılan bir tabiri sokmuşlardır. Hindistan’da basılmış İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’âri’nin El-İbane adlı eserine, teşbihi [Allahü teâlâyı mahlukata benzetmeyi] ifade eden şeyleri (**); Kurtubi’nin En’am/18. ayetine yaptığı tefsire ilave yapıp ondan teşbih anlaşılan tabirleri dercetmişlerdir. Mezkur tefsiri mütalaa eden kimse, ibarede çelişki olduğunu anlayacaktır. Teymiyyeciler de, Alusi’nin tefsirine çok şeyler ilave etmişlerdir. Hele kendini meşhur selefi diye lakaplandıran Münir Ağa’nın tabettiği tefsirde… Kendisi birçok kitap tabetmiş ve kitaplarda birçok fâsid yorumlarda bulunmuştur. Alusi’nin tefsirine gizlice soktuğu en önemli ibaresi, Maide/35. ayetin tefsirindedir. Orada söylediği uzun sözü mütalaa eden sonun evvelini nakzettiğini [çeliştiğini] anlar. Teşbih inancını, Seyyid Abdülkadir Geylâni’nin Gunye adlı eserine de gizlice sokmuşlardır.
Ulemanın eserlerinden sözlerini silip, tahrif etmişlerdir. Bu hususta Tacü’s-Sübki Tabakat kitabının cerh ve ta’dil kaidesinin altında, Basralı Ahmed b. Salih’in hal tercümesi bahsinde şöyle der: (…) Zamanımızdaki bazı Mücessime taifelerinin durumları o safhaya varmışdır ki, Nevevi’nin Sahih-i Müslim’e yazdığı şerhdeki müteşabih hadisler hakkındaki ibaresini şerhten çıkarıp yazmamışlardır. Zira, Nevevi’nin akidesi Eş’âriye akidesidir. Demek ki, bu kâtip Nevevi’nin inancından hoşlanmayıp müellifin dediğini yazmayı hazmedememiştir. Bence bu, büyük günahlardandır. Çünkü bu durum, şeriatı tahrif etmek, İslam alimlerinin eserlerine ve halkın ellerindeki İslami kitaplara karşı bir itimatsızlıktır ve itimatsızlık kapısını açmaktır. Allahü teâlâ böyle yapanı kötüleyip utandırsın! Öyle yapan kimsenin, Nevevi’nin şerhini yazmaya ve şerhin de ona ihtiyacı yoktu. Burada Tacü’s-Sübki’nin dedikleri sona erdi.
Ben de şunu derim ki: Alimlerin eserlerinden sözlerini silme bayrağını bu zamanda elinde tutan kimse Mecelletü’l-Menar’ın sahibidir. Yaptığı hataların bazıları şunlardır: Hocalarımızın hocası olan Muhaddis Falih ez-Zahiri, nakil eylediği (Encehu’l-mesai fi sıfati-yi’s-sâmi’ ve’l-vâi) adlı eserinin Ahkâmü’l-Mesâcid bahsinde, daha kitabı basılmadan önce, Muğni b. Kudametü’l-Hanbeli’den, ölen ve hayatta kalan evliyâ ve salih zatlardan tevessülün mübah olduğuna dair “İslamiyetin her dört mezheb sahipleri ittifak etmişlerdir” diye nakletmiştir. Bu (el-Menar) kitabını tabedince kitapta yazılı bu nakli yazmayıp içinden çıkardı. Ulemanın kelâmını tahrif etmesi, onlara iftira edip yermesi, kendi arzusuna ve İbni Teymiyyecilerin arzularına uygun olmayan meseleleri ve hadisleri kendi mecellesinde ve yorumlarında tahrif etmesi sayılamayacak kadar çoktur…

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s.97-98.]

(**) Bu konuda E. Sifil şu tespiti yapmış: “Geçmiş alimlerin birer emanet olarak bizlere bıraktığı eserleri üzerinde kafamıza göre oynamalar yapmak kelimenin tam anlamıyla bir “hıyanet”tir ve bu hıyaneti kim ne maksatla işlemiş olursa olsun, bunu mazur görmek ve göstermek mümkün değildir…Yine benzeri bir tahrif, İmam el-Eş’ârî’nin “el-İbâne”sinde yapılmıştır. Bu eserin dört ayrı yazma nüshası karşılaştırılarak yapılan Dâru’l-Ensâra baskısında Allahü Teâlâ’nın Arş’a istivası meselesinde tenzih akidesine tam anlamıyla uygun tarzdaki bir paragraf, diğer baskılarda görülmemektedir.”

Categories: Tahrifler | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

İmam İbn Asakir, İmam Eş’ari’nin inancını açıklıyor: Allahu teala mekandan münezzeh olarak vardır

imam esari
İmam Eş’ari’ye ithaf edilmiş olan “Tabyin Kadhib al-Muftari fima nusiba ila l-imam al-Ash’ari“ isimli kitabının 150. sahifesinde İmam İbn Asakir şöyle buyuruyor:

Ve dahi Neccariyye ismindeki fırka diyor ki Bârî olan Allahu subhaneh genişletilmeden ve bir yön izafe edilmeksizin her yerdedir. Buna karşın Haşeviyye ve Mücessime fırkaları O’nun (subhanehu) Kürsü’de mevcut olduğunu, Kürsü’nün O’nun yeri olduğunu ve Kürsü’nün üzerinde oturduğunu söylüyorlar. Ve lakin İmam Eş’ari bu ikisi arasındaki mutedil olan yolu tutmuştur ve buyurmuştur ki Allahu subhaneh var idi ve başka hiç bir mekan mevcut değildi ve sonra O Kürsü’yü yarattı, O’na hiç bir mekan gerekmez ve O mekanları yaratmadan önce nasıl idiyse, onları yarattıktan sonra da yine öyledir.

Categories: Istiva/tevil | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , ,

İmam Eş’ariye isnad edilen iftiralar!

Mütezile, Mücessime ve diğer bazı taifeler, Ebu’l-Hasan el-Eş’arı’ye iftira edip kendisi onlardan uzak olan fikirleri ona isnad etmişlerdir. Ustaz Ebu’l-Kasım el-Kuseyri<< sıkâyetu Ehli’s-Sünne Mana’Lehum mine’l-Mihne>> adli eserinde Eş’arı’yı müdafaa ederek bid’atçıların ona isnad eyledikleri şeylerden uzak tutmuştur. Bunların hepsi, Şubki’nin<<Tabakat>> adli eserinde yazılıdır. Hafız Ebu Bekir el-Beyh

aki de vezir Amidu’l-Kendiriye yazzdiği kitabında Ebu Hasan el-Eş’arı’yı müdafaa etmiş ve bu müdafaası yine Şubki’nin <<Tabakat>>ında zikredilmiştir.

Eş’arı ondan beri olduğu halde onu<<Safvan b. Cehm’in arkadaşıdır>> diye iddia edenlerden birisi de İbn Hazm’dir ki, bu konuyu eseri olan << El-Milel ve’n-Nihal>> de yazmıştır. Şubki, şöyle der:

İşte bu İbn Hazm başkasına dil uzatmakta cesaretlidir. Sırf kendi zannina göre tahkik etmeden başkasından bir şeyler nakleder. Bu kitabındaki sözleriyle, İslam alimlerine hücum etmiştir.

Eseri olan<< El-Milel ve’n-Nihal>> kitabı, kitapların en kötüsüdür. Onda, Ehli sünneti tahkir ettiği, onlardan rivayetleri sabit olmayan zayıf kavilleri kendilerine isnad eylediği ve söyledikleri sözleriyle onları kötülediği için, arkadaşlarımız öna uymaktan halkı men ettiler. Kitabında ehli sünnetin şeyi olan ebu’l hasan el esarı’nın şerefini küçültmüş, bir çok yerinde de onu tekfir etmeye az kalmıştır. İtikadında, esarı bir bidatçından başka bir kimse olmayıp bir çok yerde bidatçılığı ona açıkça isnad etmsitir. Kitaplarda yaptığım sıkı araştırmalara göre, İbn Hazm, Ebu’l Hasan el-Esarıyı yeterince tanıyamamış ve itikadi hakkında sahih bir nakil kendisine ulaşmamıştır.

Ancak, esariye iftira eden birçok kimselerin sözlerini ısıtıp inanmıştır. Hatta bununla da yetinmeyip onu ayıplamıştır. Bundan ve daha başka sebeplerden dolayı Ebu’l-Velid el-Bacı ve daha başka alimler, İbn Hazm’a çatıp beldesinden çıkarılmasına sebeb olmuşlardır. Halk tarafından, yazdığı kitaplarlar yakılmış ve hakkında yapılan hadiseler meşhur olarak kitaplara geçmmıştır. Burada Şubki’nin ibaresi sona erdi.

bende şunu derim ki:

Ebu’l hasan el-Eş’arı’nın hakkında İbn Hazm ile arkadaşlarının dedikleri sözler etkisiz olup, kaya parçasını parçalamak için başını kayaya vuran kimselere benzerler. Şüphesiz, İbn Hazm, Eş’ariden başka İslam alimlerine de dil uzatmıştır.

İşte bu nedenle Endülüs’ün zahidi Ebu’l-Abbas İbnu’l-Arif<< Haccac’ın kılıcı ile İbn Hazm’in dili, bu ümmetin zararı için öz iki kardeştirler>> demiştir.

İbn Hazm mütereddit, çürük akidelinin birisidir. Mütezile’nin Allah’ın sıfatları olmadığı akidelerine muvafakat ediyor. İslam akidesi hakkında ki itikadında birçok hatalar vardır. En çirkin ve faşid inancalarından biriş<< El-Milel ve’n-Nihal>> eserindeki, Allahü Teala’nın kendine çocuk edinmesi caiz olduğu tabiridir. Ve bu görüşüne Allahü Telaanın Kurani Kerimdeki<< eğer Allah(bilfarz) bir evlat edinmek isteseydi elbet yaratacağından dilediğini seçecekti>> mealindeki ayeti getirmiştir. Şeriat’ın füruiyatındaki hatalara gelince, sayılmıyacak kadar çoktur.

Kendisine aldananlara hayret veren<<muhalla>> adli kitabı mezkur hatalarla doludur. Mağrıb alimleri, adı geçen kitabı ve diğer kitaplarını tenkid ederek arapçal olan<<Muhalla>>(Süslenen) kitabın üzerine bir nokta koyup<<boşanan<< manasına gelmiştir. Muhammed b. Zerkünel Ensari el-İşbili’nin <<El-Muhalla firreddi ale’l-Muhalla)) diye bir reddiye yazmış olması, eserin hatalı olduğuna dair bir şahittir. Ebu’l-Velid el-Bacı’nın de, onu delillerle susturması, özellikle Mağrıp uleması ve genel olarak da doğu uleması nezdinde itibarını düşürdü.

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, sayfa 95-96]

Categories: Tahrifler, Vehhabilik(tarih-hadis-alimler) | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Es’ari taifesine lanet/tekfir etmek!?!?!?

El-hafız’ın mezkur <<Tarih>> kitabında, bir istifta(fetva talebnamesi) yazısı olup o dahi <<Tebyinu Kızbi’l-Müfteri>> adli kitapta yazılmıştır. İbarenin özü şudur: “ Eş’arı taifesine lanet etmek, onları tekfir eylemek için toplanan bir topluluk hakkında, büyük fıkıh alimlerinin fetvaları nedir? Ve bu nedenle onların hakkında nelerin yapılması vaciptir?” Diye soruldu.

Bunun üzerine Kadı’l-kudat(başkadı) Ebu Abdullah ed-Damığanı el-Hanefi, şöyle cevap verdi: “Müslüman taifesine lanet edip onları tekfir eden herhangi bir kimse, dinde bir bidat işlemiş, caiz olmayan bir iş yapmış olur. Bu gibi tekfir olayını önleyerek kendisinin ve benzerinin bu gibi işlerden menn edilmesi, cezalandırılması, işbaşında  olanın üzerine vaciptir. Allah, işbaşında olanlara yardımcı olanları güçlendirsin!”.

Muhammed b. Aliyyu’d-Damığanı de bu suale şöyle cevap verdi: “Başarılar Allahtandır. Eş’ariyye taifesi, Peygamber(sav) sünnetine uyanların önderledirir. Şeriat’ın yardımcısı olup bidatçı taifelerinden kaderiyye ve rafizilerin yanlış düşüncelerini reddetmeğe çalışmışlardır. Onlara dil uzatan kimse, şüphesiz sünnet ehline dil uzatmış olur. Müslümanların  işlerine bakan idareci kimseye böyle yapanın hakkında şikayet olursa, herkesin ondan ibret alacağı şekilde onu cezalandırması üzerine vaciptir.

İbrahim b. Aliyyu’l-Firuzabadi yani Şeyh Ebu İshak eş-Şirazı de aynı sualin cevabında, “Benim de vereceğim cevap bunun gibidir” diyerek görüşünü yazmıştır. Keza Muhammed b. Ahmed eş-Şaşı, yani Fahru’l-İslam Ebu Bekir Şeyh Ebu İshak’ın talebesi de aynı şekilde cevap vermiştir.

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, sayfa 90-91]

Categories: Vehhabilik(tarih-hadis-alimler) | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da Blog Oluşturun.