Posts Tagged With: sebeb

hakkı için istemek

Hindistan’ın büyük alimlerinden Mevlânâ Muhammed Fadlurresul rahimehullah “hakkı için ” istemek hakkında şu açıklamayı yapmaktadır:

“Molla Ali el-Karî, filancanın ve başkasının hakkı için demenin mekruh olduğunu bildirdikten ve ihtilafları naklettikten sonra şöyle yazıyor: Ben derim ki, Resulullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem duasında (Ya Rabbi, senden isteyip de verdiklerinin hakkı için, senden istiyorum) derdi. Buradaki hak kelimesinden murad, hürmettir. Yahud, rahmet gereğince ona va’d olunan hakdır. Yani bihakkın demenin yasaklığı anlatılmak istenirken, delil olarak; zira kimsenin Allahü teâlâ üzerinde hakkı yokdur demektedir. O halde bundan murad, hiç kimsenin Allahü teâlâ üzerinde vacib olan bir hakkı yoktur demektir. Demek ki, filancanın hakkı için sözünü bu ma’nâda kullanmak mekruhdur. Ama hadis-i şerifde bildirilen bihakkın [hakkı için] kelimesinin buradaki ma’nâsı hürmeti için, hürmetine demektir. Yahud üstün kılınmış olmaklık hakkı demektir… Bihakkın kelimesinin içinde hürmet saklanmaktadır. Yani hakdan murad hürmettir. Filancanın hakkı için demek, onun hürmetine demek olur. Böylece bihakkın demek caiz olup, mekruh olmadı ve kullanıldı.

Sirâciyye’de yazıyor ki: Eserde, câiz olduğuna dair deliller bildirildi. Tefsir-i âzîzî’de diyor ki: Hadîs-i şerîfde, Adem aleyhisselâmın tevbesi hakkında: (Ya Rabbi, Muhammed aleyhisselamın hakkı için senden istiyorum) diye bildirilen, üstün kılınmak hakkı ile ma’nâlandırılmış olup, Ehl-i sünnet mezhebidir. Fıkıh kitaplarında yasak edilen, hak kelimesinin hakîkî ma’nâsı olup, Mutezile mezhebidir. Çünkü Mutezile mezhebine göre, kullar işlerinin yaratıcısıdırlar. Böylece o işlerin karşılığı kulların hakîkî hakkıdır. Eskiden Mutezile mezhebi çok revacta olduğundan ve bu kelimenin kullanılması, onların mezhebini akla getirdiğinden, fıkıh âlimleri bu sözü kullanmayı yasakladılar. Böylece o mezhebin akla gelmesini önlediler.”

[Mevlânâ Muhammed Fadlurresul, Tashih’ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s. 158.]

Categories: Tevessül | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

İMAM ABDUR-RAHMAN(R.A) VE TEVESSÜL BAHSİ…!

Hanefi imamlarından bir diğeri ŞeyhiZade Abdur Rahman bin Muhammed bin Suleyman (v. 1078 h/ 1667 m) “Mecmaul Enhur fi Şerhi Multekal Ebhur” adlı kitabında diyor ki:

ثم يسألُ اللهَ تعالى حاجتَه ، وأعظمُ الحاجاتِ سؤالُ حُسْنِ الخاتِمة وطلبُ المغفرةِ, ويقول: السلام عليك يا رسولَ الله, أسألكَ الشفاعةَ الكبرى, وأتوسَّل بك إلى اللهِ ت

عالى في أن أمُوتَ مُسلمًا على ملَّتِك وسنَّتِك وأن أُحشِرَ في زمرةِ عبادِ اللهِ الصالحينَ

“Sonra Yüce Allahdan ihtiyacini diler. En büyük ihtiyac hayirli sonluk ve bağışlanma talebidir.
Der ki: Esselamu Aleyke ey Allahın Rasülü! Senden“büyük şefaati” istiyorum, senin dinin ve sünnetin üzere ölmek ve Allahın salih kulları zümresinde haşr edilmem için seninle Allaha tevessül ediyorum.”

Kaynak: Şeyhi Zade Abdur Rahman: Mecmaul Enhur fi Şerhi Multakal Ebhur: 1/464
Beyrut: Darul Kutubil İlmiyye: 1419/1998

Categories: Tevessül | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Kıtlık anında hz Aişe’ye yapılan şikayet ve sonrası!(TEVESSÜL)


İmâm Hafız Dârimî (v. 255/869), “Sünen” adlı eserinde “Allah’ın (celle celâluhû) Peygamberimize vefatından sonra verdikleri” başlığıyla açmış olduğu babta şöyle demiştir: “Ebû Nûman, Said b. Zeyd’ten, o, Amr b. Mâlik en-Nekri’den, o da Ebû’l-Cevza Evs b. Abdullah’tan şunu rivâyet etmiştir:

“Bir ara Medine’ye çok şiddetli bir kıtlık isabet etmişti. Herkes durumdan, Hazreti Âişe’ye şikâyetçi olmuşlardı. Bunun üzerine Hazreti Âişe: “Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabrine gidin ve gökyüzü ile arasında bir engel kalmayacak şekilde çatısına bir pencere açın” diye tâlimat vermişti. Gidip aynen dediğini yaptık. Akabinde otlar yetişip, hayvanlar semizleşinceye kadar yağmur yağmıştı. Hayvanlardan bol bol yağ temin ettiğimiz için bu seneyi “yağ veren yıl” olarak anmaya başlamıştık.”

[Dârimî,sayfa 277 no.93; İbnü’l-Cevzî, el-Vefa (1534); Darimî, es-Sünen I, 56; Suyutî, Hasâis, II, 280; Nebhanî, Huccetullah, s.1090; Zürkanî, Şerhu’l-Mevahib, VIII, 801; Zübeydî, Tacu’l-Arus, XIII, 388; İbn Esir, en-Nihâye, III, 409; Behcetü’l-Mehafil, II, 129; Aliyyu’l-Karî, Mirkat, X, 290; Mişkatu’l-Mesabih, (5950); Mevahibu’l-Leduniye, II, 365; Cem’ü’l-Fevaid, (2086); Şevahidu’l-Hak, s.160; İbn Teymiye, Ziyaretu’l-Kubur, s. 32; İbn Merzuk, Berâatu’l-Eşarî, s. 357; Gımarî, İrgam, s. 24; İsmail b. Mahfuz, Mesaf, s. 187; Elbanî, Tevessul, s.178.]

———————

Elbanî bu hadiste zayıf dediği Said b. Zeyd’in bulunduğu başka bir hadiste Said b. Zeyd’in hakkında şunları söylemiştir:
“Hadisin isnadı hasendir. Ravilerinden hepsi de güvenilirdir. Said b. Zeyd hakkında söz söylenmiştir. Ama bu, onun hadisini hasen derecesinden aşağı düşürmez. İbnü’l-Kayyim de hadisin isnadının ceyyid olduğunu söylemiştir.”
[Elbanî, İrvau’l-Galil, V, 338.]

Hafız b. Hacer “Takrib”de, hadisin râvîlerinden Ebû Said Zeyd ve Amr b. Mâlik için “Güvenilir ama vehimlidir” ifâdelerini kullanmıştır.
Hadis âlimleri, İbn Hacer’in “güvenilir ama vehimli” ifadesinin, râvînin zayıf değil de, güvenilir ve sika olduğuna delalet eden ifâdelerden olduğunu belirtmişlerdir. “Tedribü’r-Râvî” de böyle zikredilmiştir
Buharî, (et-Tarihu’l-Kebir, III. 472), İmam İcli (Tarihu’s-Sikât s;184), Ebû Cafer ed-Darimî, Ahmed b. Hanbel, Ebû Züra, İbn Hibbân, İbn Sa’d ve başkaları. Kim o başkaları? Mesela bazı sözde selefilerin sandığı gibi İbn Main onu zayıf değil, bizzat kendi eserinde Said b. Zeyd’i sika görmüştür[İbn Main, Tarih, II.199-Zehebî, Kaif I. 361]

Bu açık beyan karşısında Ukaylî’nin (v. 323/934) İbn Maîn onun hakkında “zayıftır” dediğine dair naklettiği bilgi[bkz: Duafâ, II, 105, 106] doğru olmasa gerekir. Eseri tahkik ederek neşreden Kal’acî da dip notta, Saîd b. Zeyd’in sika olduğunu, Nesaî dışındaki Kütüb-i Sitte müelliflerinin onun hadisleri tahriç ettiklerini söyler.

Elbani bu hadisi zayiflatma cabasindaki diger bir girisimide şöyledir:
Arîm diye bilinen Ebû’n-Nu’man Muhammed b. el-Fadl güvenilir bir ravi olsa da, ömrünün sonunda ihtilata uğramıştır. Bu haberi Darimî’nin ihtilat öncesi mi, sonrası mı, Arîm’den dinlediği bilinmemektedir.
[Elbanî, Tevessul, s. 140-141, Tercemesi s. 178-179.]

Hadisin senedinde adı geçen Ebû Nu’man, “Arim” lakaplı Muhammad b. Fazl olup, Buhârî’nin hocalarındandır. Hafız, “Takrib” adlı eserinde onun için: Sika/güvenilirdir. Fakat ömrünün sonlarına doğru bu hali değişmiştir” demektedir.

İbnu’s-Salah; Buharî ve Zühlî gibi muhaddislerin, Arîm’den aldıkları rivayetlerin ihtilattan öncesine aid olması gerektiğini laydetmektedir
[İbn Salah, Ulumu’l-Hadis, s. 356.]

Zehebî, İbn Hibbân’ın; “Arîm, ömrünün sonunda ihtilata uğradı ve ne rivayet ettiğini bilmeyecek kadar tegayyüre maruz kaldı. Bundan dolayı da, rivayetleri içinde çok sayıda münker hadis vardır…” şeklindeki sözlerini şöyle reddeder: “İbn Hibbân, ravi Arîm için hiçbir münker hadis gösterememiştir. Peki, nerede kaldı onun iddiası?!”
[Zehebî, Mizan, VI, 298; Leknevî, er-Re’fu ve’t-Tekmil, s. 279]

Zehebî, Ruvvatü’s-Sükati’l-Mutekellim’de der ki: “Arîm güvenilirdir, hüccettir. Sonradan ihtilata uğradı ise de, bunda zarar yoktur. Zira ihtilattan sonra söyledikleri bilinmiştir.”
[Zehebî, Ruvvatu’s-Sukati’l-Mutekellim, I, 162.]

Darakutnî ise: “Arîm’in ihtilatından sonra münker bir hadisi ortaya çıkmamıştır, o güvenilir bir ravidir”
[ Zehebî, Mizan, VI, 298; Tehzibu’t-Tehzib, IX, 358; Kitabu’l-Muhtelitin, I, 117; Zehebî, Tezkiratu’l-Huffaz, I, 301; Ebû Abdullah es-Salihî, et-Tabâkat, II, 35.]

el-A’laî de, İbn Hibbân’ın, Arîm hakkındaki sözlerine şöyle itiraz eder; “…Bu haddi aşmak ve aşırı gitmektir! Buharî, Ahmed b. Hanbel, Abd b. Humeyd ve birçok insan Arim’den hadis rivayet etmiş, Müslim onunla huccet getirmiştir. Darakutnî’nin; “İhtilatından sonra Arîm’in münker hadisi çıkmamıştır. O güvenilirdir” demesi, İbn Hibbân’ın sözünü reddetmektedir.”
[el-Alaî, Kitabu’l-Muhtelitin, I, 117.]

Kaldı ki Elbanî, hakkında ihtilaf edilen (muhtelifun fih) bir ravinin bulunduğu bir hadis için: “Hasen olması muhtemeldir’ diyebilmektedir
[Silsiletü’l-Ehadisi’s-Sahiha, IV, 354. senedi hakkında ihtilaf edilen İsa b. Cariye’nin bulunduğu hadis için aynı ifadeyi kulanır.]

Buyuk alim Meragi diyorki: Medineliler kitlik oldugu zaman kabri serifin bir tarafindan bir delik acmayi adet edindiler.

Buna ilavet Semhudi diyorki: Bugun bile boyle bir seyle karsilastiklari zaman,turbenin mubarek yüzü tarafina gelen kapisini acarlar ve orada toplanirlar.
[zeyni dehlan,degerli inciler, sayfa 62-63]

Bazıları bu rivayetin Hz. Ayşe -radıyallâhu anhâ-’ya kadar gelen ama Peygamberimize kadar dayanağı olmayan ‘mevkuf’ bir rivayet olduğunu iddia etmişlerdir. Bu rivayette anlatılanlar, Hz. Ayşe -radıyallâhu anhâ-’nın kendi görüşü olsa bile şu bilinmelidir ki Hz. Ayşe -radıyallâhu anhâ- alim olmasıyla şöhret bulmuş biridir. Bunun yanında söylediği bu amelin sahabenin diğer büyük âlimleri önünde gerçekleştirmiş olmalıdır. Bu rivayet ‘Mevkuf’ kabul edilse bile Hz. Ayşe, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in vefatından sonra bile ümmetine acıyarak onlara şefaat ettiğini, kabrini ziyaret edip ondan şefaat isteyene şefaat edeceğini, uygulayarak bizlere göstermiştir. Bu delili burada görebilmek bizim için fazlasıyla yeterlidir.
Milleti küfür ve sapkınlıkla itham etme meraklılarının yaygaralarına bakacak olsak, Hz. Ayşe -radıyallâhu anhâ-’nın bu hareketini şirk olarak kabul etmek gerekecektir ki bu asla mümkün değildir. Zira ne Hz. Ayşe, ne de bu hadiseye şahit olan diğer sahabiler şirki bilmeyen insanlar değillerdi.[Mefahim]

Categories: Tevessül, Tevessül-Teberruk-Istiğase-Himmet | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Istiğase(ebubekir sifil hoca)

– Tevessül meselesinde ihtilaf olmuş mu?

Sifil: Tevessülün bazı kısımları hakkında ihtilaf olmuş İbn-i Teymiye’yle birlikte.

– Ondan önce hiçbir ihtilaf yok mu hocam?

Sifil: Ben bilmiyorum.

İSTİĞÂSE VARDIR

– Peki istiğâse meselesi… Çünkü bu konuyu bazıları çok kafasına takıyor. İstiğaseyi tevessülün bir alt dalı olarak ele alanlar, farklı bir boyutta ele alanlar var.

Sifil: Bu meseleyi fazla büyütmenin bir anlamı yok. Öyle zannediyorum ki meselenin mukaddimeleri konuşulduğunda taraflar arasında ihtilafın dairesi daralacaktır. İstiğase dediğimiz şey o anda orda olmayan, hazır olmayan bir varlıktan yardım istemek. İstiğâsenin nasslara daha doğrusu tevhide aykırı olmasının sebebi nedir? Size yardımı dokunamayacak birisinden yardım istiyorsunuz. Bunu bir takım nasslar çerçevesinde ele aldığımızda –maksat tartışmak ise- biz mevcut varlıklardan da yardım istemenin tevhide aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Yani müsebbibu’l esbâbı hesaba katmadan, sebeplere sebep olma özelliğini kazandıranı hesaba katmadan mahlukatı siz kendinden kudretli varlıklar olarak algılarsanız bu tevhide aykırı olur. ما رميت اذ رميت و لكن الله رمي “Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Bu ayeti nasıl anlayacağız? Onun için Ehl-i Sünnet alimleri tevellüdü reddeder, Mutezile bunu şiddetle savunur. İşte matematik kesinlikte eğer şu fiil şöyle işlenirse sonucu şu olur gibi, siz yayı gerdiniz oku bıraktınız, hedef neresiyse ok oraya gider, bu şaşmaz derler. Ehli Sünnet der ki: Hayır, zorunluluk yok. Allah dilerse ateş İbrahim’i yakmaz. Onun için Ehli Sünnet tevellüde itiraz eder. Matematik kesinlikte olayların birbirini doğurması ve neticelendirmesi doğru değildir. İlahi kudret buna taalluk ettiği sürece bu böyledir. İlahi kudret buna taalluk ederse bu olur, etmezse olmaz. İstiğâse bahsi de böyledir.

Sizin düzenli kullandığınız ilacın bizzât kendisinde mi bir iyileştirme vasfı var? Yoksa ona o vasfı veren mi var? Yahut siz doktora gittiğinizde şifanın ondan geldiğini düşünerek mi gidiyorsunuz? Yoksa zihninizin arkaplanında otomatik işleyen bir mekanizma mı var? Yani karnım acıktığında hemen nasıl yemek yiyorsam, bu benim nasıl yemekten medet ummam mânâsına gelmezse, karnım ağrıdığında doktora giderim, bu benim doktordan medet ummam değildir. Sünnetullah böyle olduğu için, benim iyileşmemi bu sebeplere bağladığı için böyle yapıyorum. İstiğâse de böyledir. Allah Teâlâ nezdinde belli bir mevkii olan varlıklar var, mesela melâike-i mukarrebûn var, peygamberler, salih insanlar var. Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran vesilelerdir ve o insanlar ölüp gitmekle o kıymetleri eksilmez, azalmaz. Çünkü bu varlıkları onların bedenlerine bağımlı, bedenle birlikte yok olup giden bir varlık değil. Her varlığın bir hakikati var.

Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm sahabiye imanın hakikatini soruyor hadiste. Herşeyin bir hakikati var, insanın da bir hakikati var. İnsanın hakikati bu bedene mahsus derseniz yanılırsınız. Beden çürüdüğünde hakikati biter o zaman. Demek ki Allah Teâlâ bazı şeyleri bazı vesilelere bağlıyor. Tıpkı sahih hadiste mağara ashabında olduğu gibi, salih amellere bağlamış. Hz. Yusuf Aleyhisselâm babası Hz. Yakup Aleyhisselâm’ın yanına giderken önce gömleğini göndermiş. “Bunu götürün, alsın gözlerine sürsün, açılır” demiş. Oysa Hz. Yakup bir peygamber, Allah’la daimi iletişimi olan bir peygamber. Dua edecek gözleri açılmayacak, ama bir bez parçasını sürünce açılacak. Allah Teâlâ her şeyi bir şeye sebep kılmış. Bunun da o sebepler cümlesinden olarak değerlendirilmesinin bir mahzuru yok. Ta ki siz istiğâsede bulunduğunuz insanın bizzat kendisinde, kendisiyle kaim bir kudret olduğuna inanana kadar. Buna inanırsanız burada tehlike başlar. Tıpkı doktorun kendisinde zâtıyla kaim bir kudret olduğuna inanmanız gibi. Tıpkı ilacın kendisinden kendisiyle kaim bir iyileştirme kudretinin olduğuna inanmanız gibi. Burada nasıl bir tehlike varsa, orda da öyle bir tehlike var.

İkinci bir husus: Bu bir farz, vacib, emir değil. Yani sıkıştığınızda Allah’ın sevgili kullarından yardım isteyin diye bir emir yok. Bunlar şer’i menduplar çerçevesinde cereyan etmiş şeyler. Siz başvurmazsınız, öbür adam başvurur. Efendimiz’in saçıyla, sakalıyla teberrükte bulunulduğunu biliyoruz. Bunlar birbirinden farklı kavramlar olabilir. Ama İmam Ahmed gibi bir büyük imam vefat ederken Efendimiz’in saçının veya sakalının bir kılının ağzına konulmasını vasiyet etmiş. Hafız Zehebi Siyerü Alami’n Nübelâ’da naklediyor. Hz. Enes’in bir rivayette annesine, bir rivayette babasına saçından, sakalından bir tutam gönderdiği sahih rivayetlerde naklediliyor. Yine Müslim’de geçen bir rivayet: Ümmehât-ı mü’mininden birisi “bir küçük kavanozun içinde Efendimizin sakalının bir kılı bulunurdu yanımızda” diyor. “İşte çoluğu çocuğu hastalanan kişiler ellerinde bir kap suyla gelirlerdi bize, biz de o teli alırdık oradan, o suyun içine batırırdık. Onlar da kabı götürür, hastalarına içirir ve şifa bulurlardı.” diyor. Bunlar sahih rivayetler. Şimdi biz kılın kendisinde mi kudret vehmediyoruz? Hayır. Bu kılın sahibinin Allah indindeki makamından mevkiinden.. Bunun farkındayız, sahabi de onun farkındaydı. Onun için dedim tevessül meselesinde İbni Teymiyye’ye gelene kadar bir ihtilaf yoktur.

Kısacası bu meseleyi ümmetin birliğini bütünlüğünü zedeleyici hususlar olarak gündemde tutmak yanlıştır. Tevessülde bulunan kişide eğer tehlikeli bir eğilim yanlış bir kabul varsa şuurlu müslümana düşen onu uyarmaktır. “Bak sen yanlışa doğru gidiyorsun, şu çerçeveyi, şu sınırı aşma.” der. Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker vazifesini yapar. Ama hadi diyelim ki İbni Teymiye’den sonra bu mesele muhtelefun fih bir mesele oldu. Muhtelefun fih bir meselede insanların birbirlerini şirk ve küfürle itham etmeleri nasıl bir şeydir? Yani en azından şunu diyebilmemiz lazımdır: Bu meselede ulema ihtilaf etmiş. Sen şu alimin görüşünü benimsemişsin, ben öbür alimin görüşünü benimsemişim. Birbirimize hakkı tavsiye çerçevesi içinde tutarak birbirimizi ikaz edelim, birbirimizi tekfir etmeyelim

Categories: Istigase, Tevessül-Teberruk-Istiğase-Himmet | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da Blog Oluşturun.