Posts Tagged With: hadis ilmi

Mevlidi Nebi

İhya edilmesi için teşvik ettiğimiz Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in Mevlid gününü, bir kısım insanlar yanlış algılamaktadır. Kendi tutarsız tasavvurlarını gösteren, hem kendilerinin hem de okuyanların vakitlerini zayi eden gereksiz münakaşalarla dolu eserler kaleme almışlardır.

Mevlidi Nebi hakkında birçok şey yazdık, Mevlid’den ne anladığımıza dair birçok açık oturuma ve programa katıldık.

Daha önce de söylediklerimizi burada tekrar söyleyelim: “Mevlidi Nebi bir ibadet değildir, sadece bir gelenektir. Biz buna bu şekilde inanıyoruz. Herkes istediğini düşünsede, sadece inandığı şeyi ikrar eder. Her toplantıda ve her münasebetle söylüyoruz; Mevlid münasebetiyle toplanmak bir ibadet değil, bir gelenektir. Bunu açıkça ifade etmemize rağmen, hala birilerinin bu hadiseye itiraz edip inkâr etmesinin anlamı nedir?

Başımızda gerçek bir musibet varsa o da anlamamaktır. Bu yüzden İmam Şafii: “Ne zaman bir âlim ile tartıştıysam onu ikna etmiş, ne zaman bir cahille tartışsam o bana baskın çıkmıştır” demektedir.

Sıradan bir talebe dahi, adet ve ibadet arasındaki basit farkı bilir. Buna rağmen hala birisi çıkar ve: “bu bir ibadet olarak benimsenmiştir” derse, biz de ona “delilin nedir?” diye sorarız. Yok, eğer “bu bir adettir” diyecek olursa, biz de ona: “bu durumda istediğini yapmakta serbestsin” deriz. Zira asıl büyük tehlike ve hepimizin korktuğu bela, gayr-ı meşru bir bidati, hatta bir içtihadı bile birisinin ibadet olarak kabul etmesidir. Bu bizim asla razı olmadığımız, sakındırdığımız ve izalesi için mücadele ettiğimiz bir sorundur.

Evet, Mevlidi Nebi bir adet ve gelenektir. Ama insanlar büyük bir fazilet olarak dönen birçok faydalar içerir. Zira o günde yapılan her şey dinin asli hedefleri arasındadır.

Bu hususta bazı insanların zihinlerinde tutarsız bir anlayış oluşmuş. Bizler insanları, Mevlidi Nebi için diğer günlerde değil de sadece belli bir günde toplanmaları için davette bulunuyormuşuz.

Senenin her günü, her münasebetle, Mekke ve Medine’de Nebi ve onun doğumu için toplanan insanları görmezlikten gelen, sadece Mevlidi Nebi’nin olduğu gün toplanıldığını iddia eden bu saf adamlar ne demek istiyor diye sorası geliyor insanın. İnsanların bu toplantılarını bilenler bilir, bilmeyenler bilmez. Bizim Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’i sadece bir gece hatırlayıp senenin diğer günlerinde onu bırakıp gafil olduğumuzu düşünen varsa büyük bir iftira atmakta ve apaçık yalan söylemektedir. Mevlidi Nebi için Allah’ın lütfu ile her gün ve gece toplanılmaktadır. Bir gün ve gece geçmesin ki, bu hususta bir yerde meclis, başka bir yerde toplantı olmasın. Biz buradan sesleniyoruz. Böyle toplantıları sadece bir güne tahsis etmek, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’e büyük bir cefadır. Zaten insanlar bunu bildikleri için bu çağrıya bütün kalpleriyle her zaman iştirak etmektedirler.

Bizim bu toplantılarımızı sadece Medinei Münevvere’de yaptığımız iddia edenler, ya cahiller ya da kasten bilmezlikten gelmektedirler. Bizlerin bu toplantıları ne sadece Medine’ye, ne de belli bir ayın belli bir gününe tahsis etmediğimizi görebilmeleri için, Allah’tan cehalet perdelerini kaldırıp gözlerinin açılmasını istemekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur. Biz her zaman ve her mekânda bu toplantılar için her fırsatı değerlendiririz. Şairin dediği gibi:

Eğer gün ışığı bile delile muhtaç ise

O zihinde hiçbir şey kabul görmez

Netice olarak Mevlid gecesinde toplanmanın diğer günlerde toplanmaktan daha faziletli olduğunu iddia etmiyoruz. Zaten böyle bir iddia bid’attir. Zira Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in her zaman hatırlanmalı ve daima onunla kalpler dolmalıdır.

Evet, şimdi ile geçmiş arasında daha kolay bağ kurulabildiği için, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğduğu gün vesilesiyle toplanmaya daha fazla teşvik edildiğini görmekteyiz.

Biz şunun farkına varmalıyız ki; bu vesileyle insanların bir araya gelmesi, onları Allah’a davet edebilmek için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Bu gecede Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-‘in ahlakı, adabı, ibadetleri ve hayatını anlatmaları, onları hayra ve kurtuluşa teşvik etmeleri, bidatten şerden ve fitneden sakındırmaları, ulema ve davet ehline düşen bir vazifedir.

Biz Allah’ın lütfu ile buna çalışıyor ve bu hayra ortak olmaya çalışıyoruz. Biz insanlara, bir araya gelmelerinin asıl maksat olmadığını, bilakis toplanmamızın üstün bir gayeye götüren bir vesile olduğunu, bu fırsattan istifade etmemiş birisinin Mevlid gününün hayırlarından mahrum kalacağını anlatmaktayız.

Bu husustaki delilleri burada zikrederek sözü uzatmaya gerek yoktur. Bu meseleyi yeterince izah eden “Mevlidi Nebi kutlamaları çevresinde” adıyla müstakil bir eser hazırladık. Burada sadece üzerinde çok konuşulduğu için, Süveybe’nin adlı kölenin âzad edilmesine dair kıssayı aktaracağız.

Ebu Cehil’in kölesi Süveybe’yi âzad etmesi

Hadis ve siyer kitaplarımız Ebû Cehil’in, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğumunu haber verdiği için kölesi Süveybe’yi âzad ettiğini anlatmaktadırlar. Abbas bin Abdulmuttalib, ölümünden sonra Ebû Cehil’i rüyasında görmüş ve ona halinden sual etmiştir. O da şöyle cevap vermiştir: “Sizden sonra hiçbir iyilik görmedim. Ancak Süveybe’yi âzad etmem sebebi ile hayra nail oldum. Her pazartesi günü azabım hafifletilmekte.”

Bu hadiseyi, İmam Abdürrezzak es-Senani, İmam Buhari, Hafız İbni Hacer, Hafız İbni Kesir, Hafız Beyhaki, İbni Hişam, es-Süheyli, Hafız Begavi, Muhammed bin Ömer Buhruk el-Hadrami, el-Eşhar, el-Amiri gibi birçok hadis ve siyer uleması rivayet etmektedir. Tafsilatını ileride vereceğiz.

Bu rivayeti Abdürrezzak es-Senani “Musannef” adlı eserinde, Buhari’de “Sahih” adlı eserinde Urve bin Zübeyr’den mürsel sened ile nakletmektedir.

İbni Hacer bu hadis hakkında “Feth” adlı eserinde şunları söylemektedir:

“El-İsmaili, ez-Züheli’nin Ebi’l-Yeman’dan rivayet tarikiyle nakletmiştir. Abdürrezzak, Mamer’den nakletmiş ve şöyle demiştir: “Bu hadiste, salih amellerin ahirette kâfirlere de fayda vereceğine dair delil vardır. Fakat bu Kur’an’ın

وَقَدِمْنَا إِلَى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ   فَجَعَلْنَاهُ هَبَاء مَّنثُوراً

“(Dünyada hayır namına) yaptıkları her bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünkü iman olmaksızın hiç bir
işin değeri yoktur.)” (Furkan 23) ayeti kerimesinin zahirine muhaliftir. Bu ihtilaf şöyle giderilebilir: İlk olarak; hadisin Urve bin Zübeyr’den ‘mürsel’ olarak rivayet edildiği söylenmekte fakat kimin rivayet ettiği zikredilmemektedir. Diyelim ki hadis rivayeti gerçekten senedinde bir kopukluk olmadan ona ulaşmıştır, rivayette geçen sadece bir rüyadır ve rüyalar delil olarak kullanılamaz. Mümkündür ki Hz. Abbas bu rüyayı Müslüman olmadan önce görmüştür. Bu durumda görülen bir rüya ile bir meseleye delil getirilemez.” İkinci olarak; anlatılan kabul edilse bile, bu olayın Ebû Talib kıssasında olduğu gibi sadece Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’e mahsus bir hadise olduğu düşünülebilir. Bilindiği gibi Ebû Talib’in azabı hafifletilerek adeta engin dalgalar arasından sığ sulara nakledilmiştir. El-Beyhaki şöyle demektedir: “Ahirette kâfirlere hayır yapmanın bir faydasının olmaması demek, ateşten çıkıp cennete giremeyecekler anlamına gelir. Yoksa kâfirlikten başka işlemiş olduğu diğer cürümlerinden dolayı hak ettikleri azap, işledikleri hayır ameller sebebi ile hafifletilebilir.” Kadı İyaz, bu hususta şunları şöyler: “Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceği, yaptıkları karşılığında sevap kazanmayıp azaplarının hafifletilmeyeceğine dair icma vaki olmuştur. Kâfirler birbirleri arasında farklı derecede azaba maruz kalsalar da az azap görenlerin azaplarının hafifletildiği varsayılmaz.” Bize göre, Kadı İyaz’ın bu sözleri Beyhaki’nin dedikleri ile çelişmemektedir. Zira Kadı İyaz’ın dedikleri küfür cürümü ile alakalıdır. Ama küfrün dışında kalan günahlar dolayısıyla işlenen günahların hafifletilmesinde ne mani olabilir ki? Kurtubi: “Burada azabın hafifletilmesi sadece Ebû Cehil gibi hakkında nas varid olmuş kimseler için söylenebilir” demektedir. İbni’l-Müneyyir ise ‘el-Haşiye’ adlı eserinde şöyle demektedir: “Burada iki mesele vardır: Birincisi; kâfirin amellerine itibar edilip edilmemesidir ki bu söz konusu olamaz. Zira amellere itibar olunabilmesi ancak sahih bir niyet ile söz konusu olabilir. Bu niyet kâfir için söz konusu değildir. İkincisi; kâfirin bazı amellerinden dolayı Allah’ın fazlı ve ikramı -gerekli olduğu için değil- sebebiyle sevaba nail olması gibi bir durumun söz konusu olması lazımdır ki akıl bunu imkânsız görmemektedir. Bu söylediklerimizden Ebû Cehil’in Süveybe’yi âzad etmesinin Allah indinde itibar edilen bir amel olmadığı anlaşılmalıdır. Zira Allah’ın fazlı ve ikramı sebebi ile aynı Ebû Talib’e yaptığı gibi Ebû Cehil’e de ikram etmiş olması caizdir. Burada yapılması gereken olumlu ya da olumsuz herhangi bir hüküm vermemektir.” Netice olarak şunu söyleyebiliriz:  “Allah, fazl-u keremi ile ikramen, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’e iyiliği dokunan bir kâfirin azabını hafifletmiştir. Allah en doğrusunu bilir.”[1]

Hafız İbni Kesir “el-Bidaye ve’n-Nihaye” adlı eserinde bu hadisi rivayet etmiş ve şöyle demiştir:

“Süveybe, kardeşinin oğlu olan Muhammed bin Abdullah’ın doğum müjdesini verdiği zaman, onu hemen âzad etmişti. Bundan dolayı bu şekilde karşılık almıştır.”[2]

Hafız Begavi “Şerhü’s-Sünne” adlı eserinde bu hadisi rivayet etmiştir.[3]

Allame Muhammed bin Ömer el-Buhruk “Siret” adlı eserinde bu rivayeti naklettikten sonra şöyle demiştir:

“Ben diyorum ki burada azabın hafifletilmesi Ebû Talib’te olduğu gibi sadece Nebi –celle celâluhu-’in değer ve hürmetine binaendir. Yoksa Ebû Cehil’in onu âzad etmesi ile alakası yoktur. Zira Allah -celle celâluhu- şöyle buyurur:

وَحَبِطَ مَا صَنَعُواْ فِيهَا وَبَاطِلٌ مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Onların yaptıkları mahvolmuştur. Ettikleri ameller de boşa çıkmıştır” (Hud 16) [4]

İmam el-Amiri “Behcetü’l-Mehafil” adlı eserinde hadisi rivayet etmiştir. Bu eserin şarihi el-Eşhar şöyle demiştir:

“Bu olay Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in değer ve hürmetine binaendir. Tıpkı Ebû Talib’e yapıldığı gibi. Hayırlı amel işleyen herhangi bir kâfirin de azabının hafifletilmesi de mümkündür.”[5]

Es-Süheyli, İbni Hişam’ın  “es-Siyerü’n-Nebevîyye” adlı eserine yazdığı “Revdü’l-Enf” adlı şerhinde rivayeti naklettikten sonra şöyle söylemektedir:

“Köleyi âzad etmesi cehennemde ona fayda vermiştir. Nasıl ki, kardeşi Ebû Talib’in Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’i müdafaa etmesi ona fayda vermişse. Ebû Talib şimdi cehennemliklerin en az azaba maruz kalanıdır. Burada faydalanma derken sadece azabın hafifletilmesini kastetmekteyiz. Zira kafirlerin hiçbir amelinin işe yaramadığı, mizanda değeri olmadığı ve bunlar sayesinde cennete giremeyecekleri hususunda kimsenin ihtilafı yoktur.”[6]
Bu kıssa hadis ve siyer kitaplarında muteber hadis hafızlarının naklettiği bir rivayettir. Güvenilirliği hususunda ittifak edilmiş olan Buhari’nin “Sahih” adlı eserinde bunu zikretmiş olması hadisin sağlamlığını anlamak için yeterlidir. Hadis edebiyatı ile meşgul olan herkesin bileceği üzere “Sahihi Buhari”de yapılan ‘müsned’ rivayetler ihtilafsız sahih kabul edilirler. “Sahihi Buhari” de geçen ‘Muallâk’ ve ‘Mürsel’ rivayetlerin hükümlerini bilenler de ’Muallâk’ ve ‘Mürsel’ rivayetlerin ‘Makbul’ derecesinde olup ‘Merdut’ seviyesinde kabul edilmeyeceklerini bilir.

İsteyen, Suyuti’nin ve Iraki’nin “Elfiye” adlı eser ve şerhlerine, “Tedrivü’r-Ravi” adlı esere bakabilir. Onlar, Buhari’nin “Sahih” adlı eserinde geçen ‘Mürsel’ ve ‘Muallâk’ rivayetlerin değerinin ne olduğuna değinmişlerdir. Bu rivayetler muhakkık ulemaya göre makbul kabul edilmektedirler.

Üstelik bu kıssa bir menkıbe olup, fezaili amal kabilinden bir rivayettir. Ulema, bu tarz kıssalarda ıstılahi anlamındaki ‘sahih’ olmayan rivayetleri dahi, ‘peygamberimizin özellikleri’ ve ‘siyer’ kitaplarında nakletmekte bir beis görmemişlerdir. Bu sahih rivayetlerde aranan istisnai şartları, bu kabil rivayetlerde arayacak olsak, peygamberliğinden öncesi ya da sonrasına dair, Nebi –sallallahu aleyhi ve sellem-’in hayatı hakkında hiçbir şey nakletmemiz mümkün olmazdı. Hâlbuki sözüne ve alanındaki maharetine güvenilen nice hadis hafızları, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in hasletleri ile alakalı, kimisinin zikri bile caiz olmayacak derecede ‘zayıf’ olan ‘Maktu’ ve ‘Mürsel’ birçok rivayetler hatta kâhinlerden alınan haberlerle kitaplarını doldurmuşlardır. Çünkü bunları bu mahalde zikretmek caiz görülmüştür.

Süveybe kıssasına dair bu rivayet,

وَقَدِمْنَا إِلَى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ   فَجَعَلْنَاهُ هَبَاء مَّنثُوراً

“(Dünyada hayır namına) yaptıkları her bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünkü iman olmaksızın hiç bir
işin değeri yoktur.)” (Furkan 23) ayeti kerimesiyle çelişir diyenlerin iddiaları, ulemanın geride naklettiğimiz mütalaaları ile geçerliliğini yitirmiştir.

Ayeti kerimede kastedilen mana ise kâfirlerin amellerine bakılmayacağıdır. Hepsi aynı azabı görecek anlamında değildir. Âlimlerin de kabul ettiği üzere bazılarından azap hiç hafifletilmeyecektir. Kadı İyaz’ın zikrettiği icma da bu şekilde anlaşılmalıdır. Zira bu hüküm kâfirlerin geneli için söylenmiştir. Yoksa Allah hiçbir kâfirin işlediği ameller yüzünden azaplarının hafifletilmeyeceğini söylememiştir. Zaten bu yüzden Allah cehennemi derece derece yapmış ve münafıkları en alt tabakaya koymuştur. Zaten iddia edilen anlamda bir icma olsaydı bile, sahih bir nassa muhalif olduğu için makbul olmayacaktı. Zira Sahihi Buhari’de geçtiğine göre, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’e: “Ebû Talib seni çok gözetti ve müdafaa etti, senin ona bir faydan dokundu mu?” diye soran bir kimseye,

 وجدته في غمرات من النار فأخرجته إلى ضحضاح منها

“Onu derin ateş çukurlarında buldum ve en sığ bölgesine çıkarttım” diye cevap vermişlerdir.

Görüldüğü gibi Ebû Talib’in Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in müdafaa etmesi, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in onu ateşin derinliklerinden sığ bölgelere çıkarmasına sebep olmuştur. Ebû Leheb’in de aynı şekilde azabının hafifletilmiş olmasını inkâr edecek bir sebep yoktur. Ayeti kerime, hakkında azabın hafifletilmesini gerektirecek bir amel işlememiş kimseler hakkındadır. İcma da bu şekilde terettüp etmiştir.

Evet, Ebû Talib ile alakalı hadisi şerif bir şeye delalet etmektedir. Ama bu, Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şu anda ve kıyamet gününden önce ahiret işlerinde tasarruf sahibi olduğuna, kendisiyle alakası olup müdafaa eden herkese şefaat edeceği anlamına gelmez.

Bu bir rüyadır ve bununla bir hüküm sabit olmaz diyen kimseler –Allah onları doğru yola ulaştırsın- maalesef, şer’i ahkâm olan ve olmayan şeyleri birbirlerinden ayıramamaktadırlar. Evet, ahkâm-ı şer’iyye ile alakalı olduğu zaman, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in rüyada görmek sebebiyle rivayetlerin tashih etmek, bu rüyalardan hükümler çıkarmak, fukaha arasında ihtilaflı bir meseledir. Ama ahkâm dışında kalan yerlerde rüyaya itimad etmekte ise, hadis hafızlarının çokça yaptığı gibi bir beis yoktur.

Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in gönderilmesinden önce, cahiliye ehli, onun zuhurunu haber veren rüyalar görmüşlerdir. Hem de bu rüyayı görenler, yapa geldikleri şirk ve fesat üzerine ölmüşlerdir. Sünnet kitapları bu gibi rivayetlerle doludur.

“Delailü’n-Nübüvve” adlı eserin mukaddimesinde bu tarz rüyaların, irhasat (peygamberlikten önce sadır olan mucizeler) kabilinden olup delil kabul edilmesinin caiz olduğu zikredilmiştir. Hz. Abbas’ın rüyası ile delil getirilmesi sahih değildir iddiası, hafız hadis imamlarının yapa geldiklerinin dışına çıkmaktır. Bu iddia sahipleri kasıtlı olarak meseleyi abartarak karşı tarafı korkutmak istemektedirler. Bu tavır, hakikat peşinde olduğunu iddia eden bir kimsenin tavrı değildir. Her şey Allah’ın tasarrufundadır.

“Rüyayı gören ve nakleden Abbas -radıyallâhu anh-, o esnada kâfir idi. Kâfirlerin ise şahitliği ve rivayetleri kabul edilmez” iddiası ise hepten batıl olup, ilmiliğin kokusunu bile taşımamaktadır. Zira rüya nakletmek şahitlik yapmak değildir. O sadece bir ilahi müjdedir ki orada din ve iman şartı aranmaz. Allah Kur’an’da, herhangi semavi bir dine inanmamış putperest kralın rüyasını tabir eden Yusuf -aleyhisselâm-’ın mucizesinin nakleder. Buna rağmen Allah, o kralın gördüğü rüyayı, Yusuf -aleyhisselâm-’ın peygamberliğine ve faziletine işaret saymış ve Yusuf kıssasında bunu zikretmiştir. Putperest kralın bu rüyası herhangi bir şeye delalet etmeseydi Allah elbette ki onu Kuran’da zikretmezdi.

Âlimler bu yüzden, hakikati göstermek ve hayrete düşürmek için, Allah’ın kâfire dahi rüyada görülebileceğini söylemişlerdir.

“Rüyayı gören ve nakleden Abbas -radıyallâhu anh-, o esnada kâfir idi. Kâfirlerin ise şahitliği ve rivayetleri kabul edilmez” sözlerinin sahibi, hadis ilminden hiç bir şey bilmediği anlaşılmaktadır. Zira hadis ilminde sabit olan bir şey vardır ki sahabe olsun ya da olmasın bir ravi kâfirken bir hadisi bellemiş ama onu İslam’a girdikten sonra rivayet etmişse, o rivayet alınır ve amel edilir.

Bu sözlerin sahibinin hadis ilminden ne kadar uzak olduğunu anlamak için her hangi bir usulu hadis kitabına alıp bakmak yeterli olacaktır. Heva, işte böyle insanı beceremediği işlerin altına girmeye zorlar.

[1] İbni Hacer, “Fethu’l-Bari” 9/145
[2] İbni Kesir, “el-Bidaye ven’n-Nihaye” 2/273
[3] Begavi, “Şerhü’s-Sünne” 5/60
[4] El-Buhruk “Hedaiku’l-Envar” 1/134
[5] El-Eşhar, “Şerhü Behceti’l-Mehafil” 1/41
[6] Es-Süheyli, “er-Revdu’l-Enf”

Kaynak: Seyyid Alevi el Maliki, Mefahim

Categories: Mevlid | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Kurani Kerimi tefsir edebilmek icin gereken 15 ilim dali!!

KUR’ANI KERİMİ TEFSİR EDEBİLMEK İÇİN GEREKEN 15 İLİM DALI

Zamanımızda birkaç ayetin manasını bilen insanların, Kur’an-ı Kerimi Türkçe malinden okuyarak “müfessir” kesildiğini ve ayetlere kendi yorumları ile mana verdiğini görüyoruz. Bu çok… yanlış bir harekettir. Kur’an ayetlerinden mana çıkartmak yani tefsir ilmi herkesin yapacağı bir iş değildir. Tefsir âlimleri, bir insanın Kur’an’ı tefsir edebilmesi için o kişinin 15 ilim dalında ihtisas yapması gerektiğini vurgulamışlardır. İşte o 15 ilim dalı:

1- Lügat İlmi: Kur’an-ı Kerimdeki her kelimenin asıl manasını bilmeye yarayan ilimdir. Mücahid (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki:“Allah’a ve kıyamet gününe iman eden kimsenin Arapça kelimelerin bütün manalarını iyice bilmeden Kur’an-ı Kerim hakkında ağzını açması caiz değildir.” Sadece bir kelimenin bir kaç manasını bilmek de yeterli değildir. Çünkü bir kelime birkaç manayı içine aldığı halde kişi bunlardan bir ikisini bilir. Halbuki orada gerçekten başka mana kastedilmiş olur. (Taha suresinde geçen “Allah arşı istiva etti” ayetinde istiva kelimesinin diğer ayetlerle çatışan “oturdu” manasını almak da böyle bir hatadır. Bu lügat ilmini iyi bilmemekten kaynaklanmaktadır.

2-Nahv (gramer ilmi): İrabın, yani harekelerin değişmesi ve başka şekle girmesiyle mana tamamen değişir. İrabı bilmek ise nahv ilmine bağlıdır.

3- Sarf İlmi: Bu ilmi bilmek gerekir. Çünkü kelimenin şekil ve binalarının değişmesi ile manaları tamamen değişir. İbni Faris (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki: “Sarf ilmini kaybeden çok şeyi kaybetmiştir.”

4- İştikak (kelime türetme) İlmi: Bir kelime iki ayrı kökten meydana gelmiş ise onların manası da değişik olur. “Mesih” kelimesinin dokunmak manasına gelen “mesh” ve ölçek manasına gelen “mesahet” kökünden geldiği gibi.

5- Menai İlmi: Bu ilimle sözün manaya göre dizilişi bilinir.

6- Beyan İlmi: Bu ilimle sözün açık ve kapalı manaları, benzetme ve kinayeleri bilinir.

7- Bedi İlmi: Bu ilimle sözün ifade etme bakımından güzellikleri bilinir. Bu üç ilme “İlmi belagat” denir ki, Kur’an tefsir edenin bilmesi gereken önemli ilim dallarındandır. Zira Kur’an-ı Kerim başlı başına bir mucizedir. Belağatı ile onun benzeri getirmekten herkesi aciz bırakan hali bilinir.

8- Kıraat İlmi: Çeşitli okuyuşlar yüzünden farklı manalar anlaşılır. Böylece bir mananın diğeri üzerine tercihi bilinmiş olur.

9- Akaid İlmi: Kuran’ı Kerim’de bazı ayetler vardır ki, onların zahiri manalarını Allah’u Zülcelal için kullanmak doğru değildir. Bu bakımdan onlarda bir tevile ihtiyaç doğar. Mesela Fetih Suresi 10. Ayette geçen “Allah’ın eli” ifadesi gibi.

10- Usul-ü Fıkıh İlmi: Bununla bir delile dayanarak ve kaynağına inerek hüküm çıkarma yolları bilinir.

11- Sebe-i Nuzül: Ayetlerin iniş sebebini de iyi bilmek gerekir. İniş sebebini bilmekle mana daha açığa çıkar. Bazen mananın kendisini anlamak bile iniş sebebine bağlı olur.

12- Nasih ve Mensuh İlmi: kur’an’da lafzı ve manası sonradan başka bir ayet ile kaldırılan ayetler bulunmaktadır. Bu ilim bilinmezse o ayetleri anlamak imkansızdır.

13- Fıkıh İlmi: Bir şeyin teferruatı tam olarak kavranırsa onun bütünü tanınmış olur.

14- Hadis İlmi: Kur’an-ı Kerimde tafsilatı zikredilmeyen ayetleri tefsir eden hadisleri de bilmek gerekir.

15- Vehbi İlim: Bunların hepsinden sonra “Vehbi İlim” gerekir ki, Cenab-ı hakk’ın özel ihsanıdır. Onun hususi kullarına lutfeder.

Halk hazreti Ali (Radıyallahu Anh)’a “Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sana bazı özel ilimler öğretti mi veya başkalarına söylemediği, sana ait özel vasiyeti var mı?” diye sorduklarında bu konuyu işaret ederek şöyle buyurdu: “Cenneti yaratan ve Vücuda can veren (Allah)a yemin olsun ki, bu (bende olan şey) Allah’u Teâlâ’nın kendi kelamını anlamak bir kimseye lütfettiği anlayıştan başka bir şey değildir.”

İbni Ebiddünya (Rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Kur’an ilimleri ve ondan hasıl olanlar sahili olmayan deniz gibidir.”

Yukarıda anlatılan bu ilimler Kur’anı tefsir edecek biri için vasıta yerindedirler. Eğer bir kişi bu ilimleri bilmeden Kur’an’ı tefsir ederse, o kendi görüşüne göre tefsir yapmış olur k, bu yasaktır ve bunu yapanlar için tehdit hadisleri vardır.

Kimya-i Saadet’te şöyle yazılmıştır: “Kuran’ı Kerim’in tefsiri üç kişinin kalbine açılmaz.

1- Arapça ilimlerini bilmeyene

2- Büyük günah işlemekte ısrar eden veya bid’at işleyene ki, onun işlediği günah ve bid’at yüzünden kalbi kararır. Bu yüzden Kur’anı anlamaktan aciz kalır.

3- İtikadi meselelerde zahiri manaya inanmış olup Kur’an-ı Kerimin herhangi bir cümlesi inancına ters düşünce bundan hoşlanmayan kişiye de Kur’an’ı anlamak nasip olmaz.

Allah bu üç kısımdan bizleri muhafaza eylesin.

Kur’an-ı Kerime mana vermeye kalkışan adama sorarlar: “Sen bunlardan hangisini biliyorsun” diye. Cevap veremez, tutulur. Çünkü ihtisas alanı başkadır. O fitneciliğin, bidatçiliğin tezini yapmıştır.

Kimisi de kız tavlama taktikleri alanında uzmandır ama bir bakarsınız Türkçe okuduğu mealden yola çıkarak ayeti tefsir etmeye kalkar.

Dolayısıyla hiç alakası olmadığı, bu ilimlerin onda birini bile bilmediği halde Kur’an’ı tefsir etmeye kalkışan insanların sapıtması normaldir. Çünkü tutunacağı dal, dayanacağı birşey yoktur.

BÜYÜK TEHLİKE

Bilerek saptıran ve ayetleri tahrif edenlerden başka cahil olup iki ayet bile okuyamayan insanlar da vardır. Cehalet mazeret kabul edilmeyeceğinden bu konudaki tehditlerden bir tanesi de şöyledir:

Bir Hadis-i Şerifte buyruluyor ki:
“Kim, Kur’an’ın hükümleri ve anlamı hakkında bilgisiz olarak konuşursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizi, Tefsir-i Kur’an 1)

Categories: Ictihad/hüküm çıkarmak, Mezhep | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

WordPress.com'da Blog Oluşturun.