Author Archives: islamkalesi

Allah Teâlâ’nın yüceliği

 

mustafa-asim-koksal-2.jpg

Mustafa Asım Köksal (rahimehullah)

Şiir: YÜCELERDEN YÜCESİN

En uçtan en ucasın,

En içten en içesin!

Dillerde hep hecesin

“Yücelerden yücesin!

Kimse bilmez nicesin?”

 

Güneş, Senin güneşin,

Ateş, Senin ateşin,

Ne dengin var, ne eşin,

“Yücelerden yücesin!

Kimse bilmez nicesin?”

 

Mevsimleri getiren,

Yerden hayat bitiren,

Rızkı Sensin yetiren,

“Yücelerden yücesin!

Kimse bilmez nicesin?”

 

Her işinde birlik var,

Her birlikte dirlik var,

Bu, herkese aşikâr:

“Yücelerden yücesin!

Kimse bilmez nicesin?”

 

Çıksın nifak aradan,

Arınalım karadan.

Varsın Sen ey Yaratan!

“Yücelerden yücesin!

Kimse bilmez nicesin?”

 

Ne derse eller desin!

Biz biliriz neredesin?

Ne gökte, ne yerdesin,

“Yücelerden yücesin!

Kimse bilmez nicesin?”

 

Mustafa Asım Köksal (rahimehullah)

 

Ömrünü bidat ehli ve küffâra karşı İslam ve Ehlisunneti müdafaaya adamış olan merhum M. Âsım Köksal’ın bu şiiri, Allah Teâlâ’nın göklerde olduğunu iddia edenlere bir sille mahiyetindedir. Nitekim yüceliğin yukarıda olmakla bir alakası olmadığını ve Allah Teâlâ’nın zatı hakkında fikir beyan edilmeyeceğini çok latif bir dille nazmetmiştir.

Rabbim M. Âsım Köksal gibi zatları başımıza tayin etsin. Başımıza tayin edilmiş şerli insanlardan da bizi muhafaza buyursun.

Muhammed Emin el-Hakkârî

Categories: Tevessül

Vehhabilerin haram dediğine diğer mezhepler farz mı sünnet mi diye ihtilaf ederler

Merakil Felah bi İmdadil Fettah(sefaat)(isaretli)

Ebu İshak Eş Şurunbulali : Merakil Felah bi İmdadil Fettah

Hanefi fukahasından Ebul ihlas Eş Şurunbulali Nebi sallallahu aleyhi vesellem in kabrini ziyaret edenin yapacağı zikirleri anlatıyor;

وقد قال الله تعالى: { وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّاباً رَحِيماً }, وقد جِئناك ظالمين لأنفسنا, مستغفرين لذنوبنا, فاشفَعْ لنا إلى ربك, واسأله أن يُمِيتَنا على سنّتِك, وأن يَحشُرَنا في زُمْرتِك, وأن يُوْرِدَنا حَوْضَك, وأن يُسقِيَنا بكأسِك غيرَ خَزَايَا ولا نَدامى, الشفاعة الشفاعة الشفاعة يا رسولَ الله – يقولها ثلاثا – { رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْأِيمَانِ وَلا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلّاً لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ }, وتُبلِّغه سلامَ من أوْصاك به فتقول : السلام عليك يا رسولَ الله مِن فلانِ بنِ فلانٍ, يتشفَّع بك إلى ربك فاشفَعْ له وللمسلمين

Yüce Allah buyuruyor ki ; Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman senin yanına gelip bağışlanma dileselerdi ve rasulde onlar için bağışlanma dileseydi Allahı tevbeleri kabul eden merhametli olarak görürlerdi (Nisa – 64)
senin yanına nefislerimize zulmederek günahlarımızdan istiğfar ederek geldik. Bizim için Rabbinden şefaat iste! Ondan bizi senin sünnetin üzere vefat ettirip zümrende haşretmesini havzuna kavuşturmasını utanç ve pişmalık olmadan kasenle içirmesini iste. Şefaat Şefaat Şefaat Ya Rasulullallah.Bunu üç defa der.
Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin tutturma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin (Haşr 10)
sonra kendisiyle selam gönderenlerin selamını ileterek dersin ki ; Filan oğlu filanın sana selamı var Ey Allahın Rasulu senden Rabbin katında şefaat etmeni istiyor ona ve müslümanlara şefaat et.

[Ebu İshak Eş Şurunbulali : Merakil Felah bi İmdadil Fettah ]

El Mekki Tarrihul Mekke1

Bahauddin İbnuz Ziya El Mekki Tarrihul Mekke 344

Kadı Bahauddin İbnuz Ziya Tarihu Mekke adlı kitabında Kabri ziyaret edenin söyle demesi gerektiğini söylüyor:

وقد قال الله تعالى : { وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُول لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا } . وقد جِئناكَ يا رسولَ اللهِ ظالمينَ لأنفسِنا ، مُستغفِرين لذُنوبِنا ، فاشفَعْ لنا إلى ربِّنا , واسأَلْه أنْ يُمِيتَنا على سنَّتِك ، وأنْ يحشُرَنا في زُمْرَتِك ، يُسقِيَنا بِكَأْسِكَ غيرَ خَزَايا ولا نَدامى ، ويرزُقَنا مُرافَقتَك في الفِرْدَوسِ الأعلى مع الذينَ أنعمَ اللهُ عليهم مِن النبيِّينَ والصِّدِّيقينَ والشُّهَداءِ والصالحينَ وحَسُنَ أولئك رَفيقاً ، يا رسولَ اللهِ الشفاعة الشفاعة

Yüce Allah buyuruyor ki ; Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman senin yanına gelip bağışlanma dileselerdi ve rasulde onlar için bağışlanma dileseydi Allahı tevbeleri kabul eden merhametli olarak görürlerdi (Nisa – 64)

Ey Allahın Rasulu biz senin yanına nefislerimize zulmederek günahlarımızdan istiğfar etmiş olarak geldik. Sende bizim için Rabbinden şefaat iste! Ondan bizi senin sünnetin üzre vefat ettirip senin zümrende haşretmesini utanç ve pişmanlık olmadan kasenden içirmesini, bizi firdevsul Ala da Nebilerden sıddıklardan şehitlerden ve Salihlerden Allahın nimet verdiği kişilerle beraber senin yanında olmakla rızıklarndırmasını iste.Onlar ne güzel dostlardır .Ey Allahın Rasulu Şefaat Şefaat!

[Bahauddin İbnuz Ziya El Mekki Tarrihul Mekke 344]

Categories: Tevessül

Vehhabilerin Hadis Tahrifi

Vehhabiler hadis-i şerif tahrif ediyorlar.

Ellerinde elbani adında, muhaddis diye geçinen birisini geçirmişlerdi ve keyiflerine gelen rivayeti sahih, beğenmediklerine de zayıf ve uydurma hükmü verdiriyorlardı. Bu elbani onlarca hadis kaynağını ele alıp zayıf ve sahih diye ikiye böldü ve yüzlerce kez kendisi ile çelişti. Bazı Hadis-i Şerifleri zayıf göstermek için senetteki bir raviyi bir yerde güvenilmez olarak sunarken farklı bir yerde ise güvenilir gösterdi.

Zaten siyasi bir uyduruk üzere kurulu Vehhabiizm:

1. İslamiyet’in batıda ilerlemesini durdurmak için.

2. Çeçenistan, Afganistan ve Irak gibi yerlerde cihad eden tasavvuf ehli Şeyh Şamil gibi zatları tekfir edip oralardaki cihadı sabote edip, o bölgeleri kafirlere teslim etmek için.

3. Dünya atmosferinde vahşi ve canavar bir insan yapısı oluşturup İslamiyete yeni bir kılıf uydurmak için

Kurulmuş bir ideolojidir.   (Bunu sakın unutmayın)

Bu adamların tahrif ettikleri bir hadis-i şerif de şudur:

Abdurrahmân ibni Sa‛d (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatıyor:
“Bir kere Abdullah ibni Ömer (Radıyallâhu Anhumâ)nın ayağı uyuştu, o zaman bir adam ona: ‘En sevdiğin insanı an’ dedi.
O da: ‘Ya Muhammed!’ deyince bağlardan kurtulmuş gibi rahatladı.”
(Buhârî, el-Edebu’l-mufred, Bab, 457, no: 964)

Bu hadis-i şerifleri defalarca sildiler. Farklı nüshaların basımını durdurdular fakat engel olamadılar. Çünkü onların imamı İbn-i Teymiyye de bu rivayeti nakletmiştir. Fakat Elbani, İbn Teymiyye’nin kitabını da elden geçirip ne kadar doğru varsa hepsini zayıf veya uydurma deyip atmıştır.  Bakın önünüzdeki kitap ibn-i teymiyye’nin “El-Kelimu’t Tayyib” adlı eseridir. Eserde İbn-i Teymiyye de nakletmesine rağmen, Elbani girip zayıf hükmü vermiştir.

el kelim.png

Sizce eğer bu kitap İbn-i Teymiyye değil de İbn-i Hacer el-Heytemi’nin olsaydı ne olurdu? Elbani direk şirk ve küfür ile itham ederdi. Maalesef kendi imamlarına söz edemiyorlar.

Şimdi başka analizlere geçelim:

1. İnternette vehhabilerin bir hizmeti olan mektebetuşşamile’de bulunan “El-Edebu’l-Mufred” adlı eserde böyle bir hadis-i şerif görünmüyor işte resimle kanıtınormal edeb.png

Arama neticesinde: “Aramanıza uygun bir sonuç yoktur.” diyor.

2. Elbani denen adam da bu kitabın sahih ve zayıf olan hadislerini ayırmış ve iki ayrı kitap haline getirmiştir. Şimdi elbani’nin ayırdığı güya zayıf hadislerin bulunduğu kitaba bakıyoruz ve aradığımız hadis-i şerif tas tamam mevcuttur ve “YA MUHAMMED!” diye geçmektedir. Sırf zayıf diyebileceği için metni eksiksiz yazmıştır.

zayıf elbani.png

3. Bu kitaba yapılan eklemelerin ve bazı açıklamaların bulunduğu başka bir eser daha var. Ebu Ahmed adında birisi yazmış ve çoğunlukla Elbani’den alıntılar yapmıştır. Ona baktığımızda o da bu sefer aradığımız hadis-i şerifi almış fakat nida edatını silmişler. Yani “Ya Muhammed!” yerine “Muhammed” yazmışlar.

Önce kitabın künyesini görün;talik 2.png

Şimdi de nakli gösterelim;

talik 1.png

İşte bu kadar çelişkili ve bu kadar adi insanlara nasıl güvenelim? Bir âlim bir zayıf hadis nakletse müşrik ilan ediyorlar. Kendi imamları olan ibn teymiyye ise naklettiğinde dile bile getirmiyorlar.

Adalet ve ahlaktan yoksun bu taifeden uzak durun. Rabbim bize hakkı hak gösterip intisap etmek ile, batılı da batıl gösterip ictinap etmek ile rızıklandırsın.

M. Emin El-Hakkari

Categories: Tahrifler, Vehhabi Fitnesi

Havva annemiz, Adem aleyhisselamın KABURGA kemiğinden yaratılmıştır

بسم الله الرحمن الرحيم

Bütün kemal sıfatlarla muttasıf ve bütün noksanlıklardan münezzeh, vehimlerin idrak edemediği ve hayallerin ulaşamadığı Allah Teâlâ’ya hamd u senalar olsun. Salat ve Selam Allah Teâlâ’yı en iyi bilen ve din-i mubini bizlere tertemiz ve berrak olarak getiren Resulüne olsun.

Kelamımıza bundan sonra devam edecek olursak öncelikle şunu belirtelim ki; dinimizle alakalı hususlarda ne varsa yazılmış ve çizilmiş, ne varsa anlatılmış ve öğretilmiştir. Doğru yanlıştan ayırt edilmiş olup sahih görüşler de batıl ve şaz (kıyas dışı) görüşlerden ayırt edilmiştir.

Peki sorun nedir diyecek olursanız, derim ki tek sorun öncekilerin yazdıklarını bilmeyen, Kuran-ı Kerim’in  indiği zamanda yaşayan ve onu en iyi tanıyan ve bilen, onunla en çok amel eden zatları tanımayanlar var. Yani Sahabe efendilerimizi ve ondan sonraki kuşaklarda gelen zatları tanımayan ve onları hiçe sayan gruplar var. Bu edep ve hikmetten nasibi olmayan gruplar HADİS İNKÂRCILARI , KURANİYYUN ve TARİHSELCİLER diye gün yüzüne çıkıyorlar. Bazen kendilerine Şia dahi dedikleri olmuştur. Bunlar Kuran-ı Kerimin mesajını kabullenmemiş insanlar olup kendi çizdikleri bir şeriat uydurmak istiyorlar. Onlar bu hususta Kuran-ı Kerimin kendilerine biçtiği elbiseyi beğenmemiş ve yeni bir giysi uydurmaya çalışmışlardır. Bu rezaletlerini de Kuran İslamcılığı adı altında gizlemeye çalışıyorlar. Vehhabiler Selefi kisvesi ile dolaşırken hadis inkârcıları da Kuran Müslümanları kisvesi ile dolaşıyorlar. Rabbim bu bidatçileri ıslah etsin. Şunu da belirtelim ki Vehhabiler hadis-i şerifleri inkâr eden bir grup değillerdir. Fakat kendi işlerine gelen hadisleri sahih işlerine gelmeyeni de zayıf kabul ederler. Kuraniyyuna tekrar dönelim;

BUNLAR İNDİRİLMİŞ DİNİ TERK EDİP KENDİLERİNE UYDURULMUŞ BİR DİN İCAD ETMİŞLERDİR.

 

Peki neden böyle bir işe koyuldular? Bunları Allah nasip ederse tek tek her konumuzda kısa kısa değineceğiz. Şimdi de bu hadsizlerin Hz Havva annemizin yaratılışında akıllarının alamadığı ve nakilleri beğenmeyip böyle bir şey olamaz dedikleri konuyu açıklayalım.

Havva annemiz, Adem aleyhisselamın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bu konu hakkında iki ayet-i kerime, birkaç tane hadis-i şerif ve bu ayet-i kerimelere tefsir yapmış mufessir âlimlerin görüşlerini nakledeceğiz inşaAllah.

Bu konuda elimizde 2 tane ayet-i kerime var:

  1. Nisa suresi 1. Ayet-i kerime: “Ey insanlar, sizi tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun”(Nisa Süresi:1)
  2. A’raf suresi 189. Ayet-i kerime: “Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” (A’raf: 189)

Ayrıca şu hadis-i şeriflerden de faydalanabiliriz:

Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

“Kadın bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır! Dilediğin bir tarz üzere doğru olamaz! Eğer ondan istifade etmek istersen, onda bu eğrilik olduğu halde ondan istifade edersin! İsteğine göre onu doğrultmak istersen onu kırarsın! Onun kırılması ise boşanmasıdır!” (Sahih Müslim; Kiyabu’r Rıda 18,  İbn-i Hibban; Kitabu’n Nikah 9. İbni Ebi Şeybe, Begavi ve daha birçok hadis kaynaklarında mevcuttur.)

Yine Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

“Size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Bu kemikten en eğri şey üst tarafıdır. Eğer sen eğri kemiği doğrultmaya çalışırsan onu kırarsın! Onu kendi haline bırakırsan, daima eğri olmaya devam eder! Onun için kadınlar hakkında hayrı tavsiye edici olmanızı isterim!” (Sahih Buhari; Kitabu’n Nikah 80. Sahih Müslim; Kitabu’r Rıda’ 18. ve Müsned-i Ebi Yala’da, Musannefi İbn Ebi Şeybe’de ve daha birçok hadis kitabında mevcuttur.)

Aslında Kuran-ı Kerimden aldığımız yukarıdaki iki ayet-i kerimenin de manaları apaçıktır ki Havva annemiz Adem aleyhisselamdan yaratılmıştır. Hiçbir kimse kolay kolay bu duruma itiraz etmezken, ümmetin arasına tefrika ve fitne sokmak isteyenler için bu tür ihtilafa ihtimali olan nakillerde birden bire farklı bir mana çıkardılar.

Bu konuya kısa bir tahlil getirelim;

Hadis-i şeriflerin manaları çok açıktır. Fakat yukarıdaki iki ayet-i kerimede asıl ihtilaf meselesi olan kısım ((eşini de ondan var eden)) cümlesindeki (((ondan))) zamirinin döndüğü yerdir. İşte tam olarak bu konuda otuz küsur tefsir kitabını incelediğimiz vakit gördüğümüz ortak nokta o zamir Âdem aleyhisselama döndüğüdür. Sadece iki tane tefsir âlimi bu zamirin ‘cins-i Âdem’e’ döndüğünü söylüyor. Manası da şöyle olur: “Nefs-ul vahide Âdem aleyhisselamdır. Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı Âdem aleyhisselamdır. Eşi ise Âdem cinsinden başka bir nefisten yaratılmış olur.” Bu manayı veren müfessirler İbn Bahr ve Ebu Müslim el-Isfahanî olup bazı tefsirlerde de bu görüşler bu zatlara isnad edilerek nakledilmiştir ve zayıflığına işaret edilmiştir. İşte bu mana dahi Havva annemizin Âdem aleyhisselamdan yaratılmadığını iddia eden günümüz oryantelistlerinin söylediği mana ile aynı değildir.

Çünkü hadis inkârcılarının uydurduğu mana şöyledir: Âdemi topraktan, Havva’yı da Adem’in yaratıldığı topraktan yarattı.

Hadis-i şerifleri inkâr etmeleri onları çok cahliane bir duruma sokması yetmediği gibi bir de onları böylesi na akılane bir mana uydurmaya sürükledi.

Şu an günümüzde hadis inkârcılığı ile meşhur olan Kuraniyyun ve Tarihselciler bu durumu inkâr edip kendi fasid akıllarıyla bir şeyler uydurmaya çalışıyorlar. Bu uydurduklarına da indirilmiş din adı veriyorlar ki insanlar rağbet etsin. Fakat onların indirilmiş dini maalesef 1400 yıl sonra indirilmiş olup safsatalarla dolu iken Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) dini ise 1400 yıl evvel indirilmiş olup hale tertemiz durmaktadır ve ulema tarafından ezberlenip, yazılarak bir sonraki asırlara nakledilir. Havva annemizin Âdem aleyhisselamın kaburga kemiğinden yaratıldığını söyleyen müfessirlerden bazıları şunlardır:

*İbn-i Abbas (radiyallahu anh) şöyle der: “Allah Teâlâ Havva’yı, Âdem’in kaburga kemiğinden yarattı.” (Tefsir-ul Mikbas min Tefsiri İbn-i Abbas 1/478)

*İbn-u Munzir, İbn-u Ebi Hatım ve İmam-ı Beyhaki; İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Kadın erkekten yaratılmıştır, bu yüzden kadının gözü erkektedir. Erkek topraktan yaratılmıştır, bu yüzden erkeğin gözü topraktadır.”    (Ed-Durr-ul Mensur 3/30, Tefsir-u İbn-i Kesir 2/206) Katade, Mücahid ve Dahhak da İbn-i Abbas gibi söylediler. (Tefsir-u Taberi 7/515 ve Tefsir-u İbn-i Ebi Hatim 2/4)

*İmam-ı Taberî: “Yani bu tek nefisten onun eşi olan Havva’yı yarattı. Muhakkak ki Havva’yı onun kaburga kemiğinden yaratmıştır.” (Tefsir-u Taberî 3/55)

*İbn-i Kesir, Ayet-i kerimede geçen (Ondan eşini yarattı) için şöyle dedi: “O, Havva’dır (aleyhasselam). O uyuyorken, onun kaburga kemiğinden yaratıldı. Uyanınca yanında gördü ve hoşuna gitti. Birbirleriyle ünsiyet kurdular.” (Tefsir-u İbn-i Kesir 2/206)

*Zemahşeri dedi ki: “Havva’dan başka erkeğin kaburga kemiğinden yaratılan kadın yoktur.” (El-Keşşaf 1/369)

*İmam Alusi: Eşinden murad Havva’dır. Âdem’in sol kaburgasından yaratılmıştır. İbn-i Ömer (radiyallahu anh)  ve başka sahabelerden böyle rivayet edilmiştir.” (Tefsir-u Alusi 6/475)

*İbn-ul Arabi: “Allah Teâlâ, altı hususta erkeği kadından üstün kılmıştır:

…. 2.) Kadın erkeğin eğri kaburgasından yaratılmıştır…” (Ahkam-ul Kuran 2/14)

Hadis inkârcıları, bu görüşün Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında geçtiğini ileri sürmektedirler. Olabilir. Bu çok normaldir ki Kuran-ı Kerim kendinden önceki kitaplarda ne var ne yok hepsi yanlıştır demiyor. Benzer ifadelerin bulunması muhtemeldir fakat bu durum da eski kitapların bozulmadığı anlamına gelmez.

Yukarıda adı geçenlerin hepsi İslâm alimleridir, biz yukarıda hiçbir Hristiyan ismi görmedik. Bizim söylediğimiz sözler aslında İslam ulemasının icma ettiği bir konudur ki sadece müfessirlerden iki kişinin farklı bir mana verdiklerini görmekteyiz. O mana dahi günümüzdeki hadis inkârcılarının verdiği mana ile uyuşmuyor. Onların sözleri tamamen uydurmadır.

Yukarıda birçok müfessirden nakillerde bulunduk peki bu kadar mı tefsir var? Hayır tabi ki başka tefsirler de var. Biz yine birkaç tefsirden daha sadece işari olarak nakil yapalım.

  1. Fahreddin er-Razi (rahimehullah) tefsirinde 5/35.
  2. El-Beğavi (rahimehullah) tefsirinde 6/266.
  3. İbn-ul Cevzi (rahimehullah) Zad-ul Muyesser tefsirinde 1/484.
  4. İmam Beydavî (rahimehullah) tefsirinde 1/427.
  5. İbn-i Aşûr (rahimehullah) Et-Tahrir ve’t Tenvir adlı tefsirinde 3/314.
  6. Es-Semerkandi (rahimehullah) El-Bahr-ul Ulum adlı tefsirinde 1/357.
  7. İbn-i Adil (rahimehullah) Tefsir-ul Lubab adlı eserinde 1/236.
  8. En-Nesefi (rahimehullah) tefsirinde 1/206.
  9. İmam-ı Suyuti (rahimehullah) Ed-Durr-ul Mensur adlı tefsirinde 8/434.
  10. İmam el-Hazin (rahimehullah) tefsirinde 2/27.
  11. Es-Sealibi (rahimehullah) tefsirinde 1/285.
  12. Ebu Suud Efendi (rahimehullah) tefsirinde 2/28.
  13. En-Nisaburi (rahimehullah) tefsirinde 2/425.
  14. Celaleddin el-Mahalli (rahimehullah) vefat ettikten sonra yarıda kalan tefsirini İmam-ı Suyuti devam ettirip adını da Tefsir-ul Celaleyn koyar. O tefsirde de 493. sayfa.
  15. Ebu’l Hasen Mukatil bin Süleyman el-Belhi (rahimehullah) tefsirinde 2/19.
  16. İbn-i Acibe (rahimehullah) Bahr-ul Medid adlı tefsirinde 1/387.
  17. İbn-i Abdisselam (rahimehullah) tefsirinde 1/39.
  18. Ebu-l Hasen el-Vahidî (rahimehullah) El-Veciz adlı tefsirinde 1/116.
  19. İbn-i Atiyye (rahimehullah) El-Muharrer el-Veciz adlı tefsirinde 2/67.
  20. Şevkani de Feth-ul Kadir adlı eserinde 1/317.
  21. Şenkıti de Edwa-ul Beyan adlı tefsirinde 3/117.
  22. Ebu Bekir El-Cezairi de Eyseru’t Tefasir adlı eserinde 2/25.
  23. Muhammed Seyyid Tantavi El-Vasit adlı erserinde 1/837.

Bunlardan sonra da şunu derim:

“Bakın lütfen kardeşlerim! Önünüzde kolayca araştırabilecek konumda olan bu bilgide yer alan bu listede Yahudi ve ya Hristiyan birini göremiyorum? Tevrat ve ya İncil’den de alıntı falan yok. Benim anlamadığım konu şu, Kuraniyyun fırkası (hadis inkârcıları) bu kanıya nereden vardılar?”

Onların işleri güçleri fitne çıkarıp insanların zihinlerini bulandırmak. Onlar aramızda bir zihin bulandırma eylemi gerçekleştirirken sınırlar ötesinden bir örgüt de kardeşlerimizi tekfir edip katlediyor ve Cennet mekân Sultan Abdulhamid’in kendi toprağı olan yerleri ele geçirmeye çalışıyorlar. Hepsi KÂFİRİN SİYASEYİ…!

DAİMA SORDUKLARI TEK SORU ŞU:

Hz. Havva’nın Hz. Ademin kemiğinden yaratıldığı nerede yazıyor? Hangi ayette yazıyor?!

Cevap bizzat Kuran-ı Kerimde mevcuttur. Aklı başında ve Arap dilinden az biraz haberi olan birisi bile bunun cevabını Kuran-ı Kerimden çıkarabilir. Kuran-ı Kerim’de zaten Havva annemizin Adem aleyhisselamdan yaratıldığı apaçık yazılmıştır fakat kaburga kemiği kelimesi ise bizzat Kuran-ı Kerimde zikredilmese dahi Kuran-ı Kerimin muhatabı ve mesajını en iyi bilen ve tebliği ile görevli olan zat-ı aliyye (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bizlere bildirilmiştir. İnkâr eden kişi, asıl itibari ile Allah Resulünü (sallallahu aleyhi ve sellem) hedef almış olur. Zaten bu hedefi hiçbir zaman gizlemediler.

Bir de size şunu sormak isterim bu hadis inkârcıları, Mesadiru’t Teşri nedir biliyorlar mı? İslami kanunları kendisinden aldığımız kaynaklardır.Genel olarak 4 ana kaynak vardır. Kuran-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye, İcma-ul Ulema ve Kıyas-ı Fukaha.

Hadis inkârcıları ise sadece Kuran-ı Kerimden delil görmek istiyorlar. Her ne kadar Kuranî delil olsa dahi böyle bir hasır (sınırlama) usul kurallarına uymadığı gibi pek akilane ve alimane bir durum değildir.

Konunun anlaşıldığı temennisindeyim, Rabbim bizi Kuran-ı Kerim’e dahi iftira atıp kendisini ona nispet eden hadis inkârcılarından muhafaza buyursun.

وصلى اللهم على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه وسلم

Muhammed Emin El-Hakkâri

 

 

 

 

 

Categories: Tevessül

Ateistlere Yapılabilecek Kısa Bir Sohbet

بسم الله الرحمن الرحیم

Bütün kemal sıfatlarla muttasıf ve bütün noksanlıklardan münezzeh, vehimlerin idrak edemediği ve hayallerin ulaşamadığı Allah Teâlâ’ya hamd u senalar olsun. Salat ve Selam Allah Teâlâ’yı en iyi bilen ve din-i mubini bizlere tertemiz ve berrak olarak getiren Resulüne olsun.

Değerli cemaat!

Az evvel, kelamımıza başlarken “bütün kemal sıfatlarla muttasıf” dedik. Evet, Rabbimiz Teâlâ bütün kemal sıfatlara sahiptir. Sonra da “bütün noksanlıklardan münezzeh” dedik. Aynen öyledir. Rabbimiz bütün noksanlıklardan münezzehtir. Vehimler O’nu idrak edemez ve hayaller O’na ulaşamaz. Böylesi bir varlığın varlığını bilmek için kendisini görmek gerekmez. Nitekim bedevinin de dediği gibi tezek, devenin varlığına delalet ettiği gibi kâinat da yaratıcısının varlığına delalet eder.

Aslında yeryüzünün en akılsız insanları olan Felsefeciler dahi Allah Teâlâ’nın varlığını inkâr edemeyecek duruma geldiler ya da kabulünde zorlandılar diyebiliriz. Kaldı ki felsefeciler kendilerini yeryüzünün en akıllı insanları zannederlerdi. Onların en büyük hataları işin en başı yani suyun pınarında hata etmeleriydi. Bu işin en başı aklın idare ve zaptıdır. Kişi kendi aklını zapt edemezse hayatının her safhasında hata edebileceği gibi dini hususlarda hele ki ilâhi kavramlar hakkında konuşurken isabet etmesi imkân dairesine çok uzaktır.

Aklı zapt etmekte en önemli rol aklın hükümlerini bilmektir. Çünkü hüküm 3 kaynaktan alınır.

  1. Adetlere bakılarak hüküm verilebilir. Mesela güneş doğudan doğar. Peki, birisi bize batıdan doğduğunu haber verirse inanır mıyız? Ve ya doğduğu tarafa batı derse inanır mıyız? Elbette ki hayır! İnanmayız. Fakat güneşin doğudan doğduğu alışılagelen bir adet olduğu için adet bu işe şöyle hüküm verir: “Güneş her zaman doğudan doğar.”
  2. Şeriate bakılarak hüküm verilebilir. Mesela mest üzerine mesh ederken asıl olan şeriate göre üstünü mesh etmektir. Fakat akıl devreye girerse “altını mesh et” derdi, çünkü altı kirleniyor üstü değil. Bir başka örnek; kişi namaz kılmazsa olur mu? Evet. Dışarıda namaz kılmayıp da 60-70 yıl yaşayabilen insanlar vardır ve onlar namaz kılmadıkları için hastalanmıyorlar ve ya ölmüyorlar. Peki, namaz kılmak neden vaciptir (farzdır)? Diye soracak olursak cevabı; bu konuda şeriat hükmetmiştir ve akla mantığa burada yer yoktur deriz. Örnekleri çoğaltılabilir, bir okul düşünün. O okulun kendisine göre kanun ve kuralları vardır, bunu okul idaresi belirler. Orada mantık yürütülmez, mesela birisi gidip, neden arka bahçe öğleden önce kapalıdır? Neden saat 08.00 da ders başı yapıyorsunuz? Bütün bunlar o kavmin erbabının kanun ve nizamlarıdır.
  3. Akıl baz alınarak hüküm verilebilir. Asıl anlatmak ve üzerinde durmak istediğimiz konu budur. Aklın verdiği hükümleri bilmek aklı zapt etmenin en önemli yöntemidir. Aklın hükümleri üç tane ile sınırlıdır. Yani akıl herhangi bir şeyi tasavvur ederken ona üç tane hükümden sadece birini verebilir. O hükümler:

Vacip (olmazsa olmaz),

Mümkün (olsa da olur olmasa da olur)

İmkânsız (varlığı kabul edilemez).

İşte aklımızın neye vacip neye mümkün ve neye imkânsız dediği bizim için çok önemlidir. Bu hususu iyi tatbik eder isek aklın hata yapma oranı 100 kat azalır.

Vacip kavramını kısaca anlatalım. Örneğin benim şu an burada var olduğumu inkâr edebilecek kimse var mı? Olamaz. Çünkü ben şu an buradayım ve siz benim varlığımın ispatı için görünür olduğumu söyleyebilirsiniz. Beni görüyorsunuz ve varlığımı inkâr edemiyorsunuz. O zaman şu şartlarda benim şu an burada bulunuyor olmam vaciptir. İnkârı ise varlığın inkârı olur ki bu da akılsızlıktan ibarettir. Fakat şu dikkati göz önünde bulundurmak zorundayız ki benim şu an burada var olmam kendi cüzi iradem ile olsa bile hakikatte bir mureccihin tercihine bağlıdır. (konuya fazla girmeden devam edelim).

Mümkün kavramı da asıl itibari ile var olması ve ya var olmaması eşit olan varlıklardır. Buna bütün kâinatı örnek olarak gösterebiliriz. Kâinatta var olan hiçbir varlığın var olması olmazsa olmaz değildir. Ağrı dağı neden Ağrı’dadır da Hakkâri’de değildir? Balıklı gölü düşünün neden Urfa’da da başka yerde değil? Bütün bunların hepsi mümkün olan varlıklardır.

İmkânsız kavramı ise hepsinden daha basit bir kavram olup kısaca varlığını aklen kabul etmediğimiz herhangi bir şeydir. Buna basit bir örnek verelim; bir şey hem siyah hem de beyaz olabilir mi? Bir varlığı aynı anda hem siyah hem de beyaz olması imkânsızdır. Ya da bu bina, tek bir haysiyetten; hem büyüktür hem de küçüktür denilemez. Ya küçüktür ya da büyüktür. Burada şöyle bir altın kural elde ediyoruz ki iki zıt şeyin bir arada toplanması imkânsızdır. Ama birisi bize bu bina sağındakine göre küçük solundakine göre büyüktür derse biz de deriz ki burada iki tane haysiyet (nisbet) vardır. Bizim kaidemiz tek bir haysiyetten diyordu.

Bu üç hüküm aklın herhangi bir şeyi tasavvur ederken ona verdiği hükümlerdir. Bu hükümlerden sadece bir tanesini verebilir ve hükümsüz bıraktığı hiçbir şey de yoktur.

Allame Said Fude der ki; (ilmî konuda konuşmasına rağmen) aklın hükümlerini bilmeyen ve ya bilip de karıştıranlar, fiillerini işlemekte içgüdülerinin kendisine yol gösterdiği behimeler (hayvanlar) mertebesindedirler. İşte aklını idare etmek İslam dininde bu kadar çok önemli bir husustur.

Örneğin ilkbaharda, kâinata baktığımız zaman çiçeklerin açtığını ve güneşin parladığını dağların yeşilliklerle süslendiğini görmekteyiz. Kışın baktığımızda ise karlar yağdığını, havanın soğuyup güneşin ısısını azalttığını görmekteyiz. O zaman kesin olarak şunu diyebiliriz ki kâinat değişiyor. Kâinatın değişmesine benzer bir örneği hayatımızdan verelim. Ben bugün yeşil bir ceket giydim, dün kahverengi, önceki gün ise lacivert bir çeket giymiş idim. O zaman benim elbiselerim de değişkenlik gösteren varlıklardır.

Neden değişken diyorsun ki?

Çünkü her gün ayrı bir renk giyiyorum ondan. Buna güzel bir açıklık getirelim. Benim bugün giyeceğim ceketin 10 tane renkten herhangi birisi olma ihtimali mümkün iken 9 tanesi reddedilmiş ve bir tanesi tercih edilmiştir. Yani daha ceket giyilmeden 10 tane renkteki ceketin her biri terazinin bir kefesinde duruyorlardı ve eşit ağırlıktaydılar. Lakin bir anda o 10 eşit ceketten bir tanesi ağır bastı ve tercih edildi. İşte tam burada altın kurallardan bir tanesi devreye giriyor ki o da hiçbir varlığın tesiri olmadan eşit olan iki ve ya daha fazla varlıktan birisinin ağır basması mümkün değildir. Ceket misalimizdeki tercih edici varlık bendim. Çünkü bugün, 10 farklı renkteki ceketlerden yeşil ceketi giymeyi tercih eden benim. Şimdi de kâinatın değişiklikleri üzerine konuşalım. 1 Mart’ı ilkbaharın başlangıcı olarak kabul edersek şunu diyebiliriz. Şubat ayının 28’inci günü daha çiçekler açmamıştı ve otlar yeşermemişti. Yarın 1 Mart ve çiçeklerin açılıp-açılmaması ve otların yeşerip-yeşermemesi eşit iken bir anda çiçeklerin açılması ve otların yeşermesi ağır basıyor. Nasıl olur da iki eşit şeyden bir tanesi hiçbir varlığın tesiri olmadan diğerinden ağır basabilir ki? Bunu yukarıda da öğrendik ki imkânsız bir şeydir. O zaman kesin olarak anlıyoruz ki burada bir zatın tesiri söz konusudur ki o da Allah Teâlâ’dır. O tesir eden zat hakkında aklımızı çalıştırdığımızda akıl bize der ki; o zatı düşündüğünde ilminin var olduğuna kesin olarak inanman gerekir ki cahil olan bir zat yaratıcı olamaz. Ferrari’yi üreten adam arabadan anlamıyor demek ne kadar mantıksız ise kâinatın bir yaratıcısının olduğunu kabul ettikten sonra o yaratıcının ilminin olmadığını söylemek de o kadar mantıksızcadır. Aklını devam ettir bakalım daha neler göreceksin 🙂 Kâinatı yaratan zatın Kadim olmasının olmazsa olmaz olduğunu söyler aklımız. Çünkü eğer kadim olmasa o zaman Onu yaratan birisinin de olması gerekir. Neden mi? Yukarıda verdiğimiz altın kuralı düşünün.

Hiçbir varlığın tesiri olmadan iki eşit şeyden birisinin diğerinden daha ağır basması imkânsızdır. Eğer yaratıcının kadim olmayıp sonradan yaratılmış olduğunu söylersek o zaman onu yaratan birisinin de olduğunu kabullenmek zorundayız. Çünkü yaratıcının sonradan yaratılmış olduğunu söylersek o zaman yaratıcı var olmadan evvel varlığı ve yokluğu eşit idi, eşit olduğu halde varlığı ağır basmış ise kendiliğinden olamayacağına göre bir zatın tesiri lazımdır ki o zaman yaratıcının başka bir yaratıcısı olması gerekir. Bu da az evvel bahsettiğimizi zatın yaratıcı olmadığına delalet eder ki yaratıcı sonradan yaratılmış olamaz. Aklın sana burada yaratıcısının sonradan yaratılmışlara benzemediğini de öğretmiş oldu. Yine aklını dinler isen seni Allah Teâlâ’nın bütün sıfatlarına ulaştırabilecektir. Fakat aklını kullanamayan ve ya yersiz kullanıp heba eden Felsefeciler ise sürekli hata ediyorlar ve kendilerinden başkalarını da akılsızlıkla itham ediyorlar.

Allah Teâlâ hakkında tasavvur eden bir kişi O’nun zatını düşünemez. Çünkü zatının mahluklatlara benzemesi imkânsızdır. Herhangi bir insana gidip hiç görmediği bir şeyi anlatırsak aklında önceden görmüş olduğu şeylere benzetmeler gelir. Hayatında Anka Kuşunu görmemiş olanlara anlatın; ya tavus kuşu ya da bir kartal gibi bir şey tasavvur edecek.

Siz de öyle tasavvur ettiniz değil mi?

Evet.

Fakat Anka kuşu hayali bir varlıktır tıpkı Kafdağı gibi. Lakin Allah Teâlâ zatı itibariyle tasavvur edilemez ve hiçbir benzeri de yoktur.

Maalesef, akıllarını gereği gibi kullanamayan ve tefekkürlerinde isabet edemeyenler Allah Teâlâ hakkında vacip, caiz ve imkânsız olan hususları tam anlamıyla idrak edemedikleri için akıl ve mantıktan uzak cahilane sorular sorabiliyorlar. Bu işin idrakine varan birisi bu soruları duyduğunda karşısındakinin ne kadar akıldan yoksun bir durumda olduğunu anında hissedebilecektir. Bu sorulardan bazıları:

Birden fazla yaratıcı olabiliri mi? Neden sadece Allah vardır başka yaratıcı yoktur dersiniz ki?  Allah Teâlâ kendisinden daha büyük birisini yaratabilir mi? İnsanlardan gök gürültüsü çıkarabilecek kadar güce ulaşmışlar var iken Allah ile insanlar arasında ne fark vardır? Ve bunlar gibi daha birçok mantık ile uyuşmayan sorular vardır. Dilerseniz beraber bu soruları kısaca inceleyebiliriz.

Soru 1. Birden fazla yaratıcı olamaz mı? Neden sadece Allah vardır başka yaratıcı yoktur dersiniz ki?

Cevap: Bu soruyu soran kişi ilâh/yaratıcı kavramının içini dolduramadığından böylesi cahilane bir soru sormuştur. Her kelime bir manaya işaret eder. Kişi zihnindeki manayı doğru bir kelime ile kodlayıp alıcıya iletirse alıcı da daha çabuk ve pratik bir şekilde kod açımını gerçekleştirebilir. Kodlarken eksik ve ya hatalı kodlama yapılırsa iletinin içeriği alıcı tarafından açılamaz ve ya yanlış algılamaya sebebiyet verir. O yüzden kodlamayı çok düzgün yapmamız gerekir. İlâh kavramı bir koddur o kodun karşılığı olan manayı iyi idrak etmek gerekir. Ayrıntıyı kaçırmadan cevabımızı aktaralım; Yaratıcının birden fazla olduğunu farz edersek iki seçeneğimiz olur.

  1. Bu iki ilâh ittifak eder ve anlaşırlar.
  2. İhtilaf eder ve anlaşmazlıklar çıkarırlar.
  3. seçenekteki anlaşmazlık çıkarmaları zaten apaçık ortadadır ki ihtilaf ederlerse anlaşılır ki iki ilah olamaz. Yani bir ilah Van gölü Van’da olsun der diğeri Ağrı’da olsun der o zaman karışıklık çıkar. Kâinata şöyle bir bakalım karışıklık var mı? Yok. O zaman ihtilaf eden iki ilâhın varlığı söz konusu değildir. Peki, o zaman 1. seçeneğe bakalım ikisi anlaşır ise bu sefer de iki seçeneğimiz olur. A. İkisi aynı şeyleri yapar aynı şeyleri yok ederler. B. Birisi doğuyu diğeri batıyı alır ve kendi hallerine bakarlar. Bu iki şıkkında batıllığını açıklayalım. İkisi aynı şeyi yapması demek; Van gölünü Van’da yaratan birincisidir, ikincisi de aynı işi tekrar yapıyor. Ya da Van Gölü’nü Hakkâri’ye koymayan birincisidir, ikincisi de aynı şekilde Hakkâri’ye gölü kabul etmiyor. Peki, bu yapılan şey abes değil midir? Var olanı var etmek ile yok olanı yok etmek abestir. İlah da abes iş yapmaktan münezzeh olacağı için bu şık yanlıştır. Peki ikinci şıkka geçelim her ikisi kendisine bir arazi tahsis etmiş ve kendi işlerini yapsalar bu sefer de birincisinin mülküne ikincisi giremediği gibi ikincisinin mülküne de birincisi girememektedir. Batıdaki doğuya tesir etmekten aciz, doğudaki batıya tesir etmekten acizdir. Aciz olan bir varlık ilah olamaz.

O zaman birden fazla ilâhın varlığı hangi vecihle olursa olsun batıldır ve mantıksızdır. Tek olan yüce Rabbimiz her türlü noksanlıklardan münezzeh ve bütün kemal sıfatlarla da muttasıftır.

Rabbim aklını doğru yolda kullanan kullarından eylesin. Aklının azizliğine gelip de yanlış yolda kullanan sefih kullarından eylemesin. Akıllarının kendilerini kurtaramadığı Aristo, Eflatun gibilerinin şerlerinden muhafaza buyursun ve akıllarını şeri boyutta nakillere tabi tutarak kullanıp istikamet üzere giden İmam Fahreddin er-Razi gibi zatların feyz ve bereketleri ile bizleri bereketlendirsin.

Allahumme amin.

Muhammed Emin El-Hakkâri

Categories: Ateistlere sohbet

İbn Teymiyye ve Tevessül

BAZI KİŞİLERİN Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kabr i şerifinden ve ya ümmetinden olan salih kişilerin kabirlerine verdikleri SELAMI aldığını duyması.  Ve Said bin el Museyyeb’in de ezanı bazı gecelerde (Yezid’in ordusu ile Medine ehli arasındaki savaş günlerine denir) KABR-İ ŞERİFTEN duyması. Ve bunlar gibi birçok rivayetler, bunların hepsi haktır ve bizim konumuza (kabirleri bayram alanına çevirmek ve şenlikler yapmak konusuna girmez.) girmez.

Ve yine rivayet edilir: “Birisi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kabr-i şerifine gelip kuraklıktan şikayet etti ve Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) görür (rüyada). Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o adama: Hz Ömer’e (radiyallahu anh) gitmesini ve ona çıkıp yağmur duası yapmasını emreder. Bunlar da bizim konumuza dahil değildir. Ve bu tür olaylar o kadar çoktur ki değil Peygamber bilakis Peygamberlerden daha düşük makamlı olanlardan da çokça vaki olmuştur. Ben de bu olaylardan bazılarından haberdarım.

Ve aynı şekilde bazı kimselerin, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) veya ümmetine mensup bir zattan bir şey istemeleri ve ihtiyaçlarının da giderilmesi. Bu da çok vuku bulmuştur. Bunlar da bizim konumuzla alakalı değildir. (Yani şirk dediğimiz konulara girmez)

ولا يدخل في هذا الباب: ما يروى من أن قوما سمعوا رد السلام من قبر النبي صلى الله عليه وسلم، أو قبور غيره من الصالحين. وأن سعيد بن المسيب كان يسمع الأذان من القبر ليالي الحرة . ونحو ذلك. فهذا كله حق ليس مما نحن فيه، والأمر أجل من ذلك وأعظم
وكذلك أيضا ما يروى: ” أن رجلا جاء إلى قبر النبي صلى الله عليه وسلم، فشكا إليه الجدب عام الرمادة فرآه وهو يأمره أن يأتي عمر، فيأمره أن يخرج يستسقي بالناس ” فإن هذا ليس من هذا الباب. ومثل هذا يقع كثيرا لمن هو دون النبي صلى الله عليه وسلم، وأعرف من هذا وقائع . وكذلك سؤال بعضهم للنبي صلى الله عليه وسلم، أو لغيره من أمته حاجة فتقضى له، فإن هذا قد وقع كثيرا، وليس هو مما نحن فيه

whatsapp-image-2017-01-01-at-18-35-16-1

Categories: Tevessül

Allah Beni Namaz Kıldım Diye Cezalandırır mı?

بسم الله الرحمن الرحيم

Günümüz Selefi diye geçinen Vehhabileri, Kuran-ı Kerimde geçen her ibarenin zahir manası ile amel edip noksan sıfat addetse dahi Allah Teâlâ’ya karşı cüretkar olup direk tenzih etmeden itlak ederler.

Örneğin Kuran-ı Kerimde, kelime manası şöyle olan bir ayet-i kerime vardır: “Allah’ın Eli onların elinin üstündedir” (fetih 48/10) Bu ve bunun gibi ayet-i kerimelerin zahiri manalarını alıp şöyle bir safsata yaparlar:

“Ben Allah’ın eli vardır diyorum. Çünkü Kuran-ı Kerim bunu söylüyor. Ben bugün Allahın eli vardır dersem kıyamet günü Allah bana neden öyle dedin diye mi soracak? Ben Kuran-ı Kerimde geçen bir şeyi söylemiş oluyorum.”

Bu ve bunun gibi zahiri sıhhat batını fesad olsan safsatalara şöyle cevap verilir:

Allah Teâlâ: “Benim elim var” Diye bir şey buyurmadı. Kuran-ı Kerimin neresinde “Benim elim var” diye bir şey yazıyor? ve ya Kuran-ı Kerimin hangi ayetinde “Allahın eli vardır” diye bir şey yazıyor? Aslında siz Kuran-ı Kerim’e değil kendi heva ve heveslerinize tabisiniz. Çünkü kendi uydurduğunuz sözleri Allah Teâlâ’nın sözleridir diye insanları kandırıyorsunuz. Karşılığında ne alıyorsunuz bilmiyorum ama Bakara suresi 79. ayet-i kerime aklımıza geliyor:

“Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için «Bu Allah katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara 2/79)

Siz, Kuran-ı Kerim’in dediğine kulak vermek yerine kendi dediklerinize Kuran-ı Kerim’i uydurmaya çalışıyorsunuz. Nitekim her Kuran-ı Kerimde gördüklerimiz bizim perdemizden göründüğü gibi olacak değil.

Hakikate saygınız kendi doğrularınız çerçevesinde olmamalı. Çünkü sizde usul olmadığı için vusul olması imkanı azdır. Birgün Tabiin âlimlerinden Said bin El-Museyyeb (radiyallahu anh) bir adamın ikindi namazı kıldıktan sonra iki rekât daha namaz kıldığını görünce adamı bu vakitte namaz kılmaması için uyardı. Adam:

-“Ey Ebu Muhammed! Namaz kıldığım için Allah Teâlâ beni cezalandıracak mı? diye sordu. O,

-“Namaz kıldığın için değil, sünnete aykırı harekete ettiğin için cezalandırır.” Dedi. (Sünen-i Daremi, Mukaddime, 39)

 حَدَّثَنَا قَبِيصَةُ أَخْبَرَنَا سُفْيَانُ عَنْ أَبِى رَبَاحٍ – شَيْخٌ مِنْ آلِ عُمَرَ – قَالَ : رَأَى سَعِيدُ بْنُ الْمُسَيَّبِ رَجُلاً يُصَلِّى بَعْدَ الْعَصْرِ الرَّكْعَتَيْنِ يُكْثِرُ فَقَالَ لَهُ. فَقَالَ : يَا أَبَا مُحَمَّدٍ أَيُعَذِّبُنِى اللَّهُ عَلَى الصَّلاَةِ؟ قَالَ : لاَ وَلَكِنْ يُعَذِّبُكَ اللَّهُ بِخِلاَفِ السُّنَّةِ

Ama günümüzde bir vehhabiye söylesen sana direk diyeceği şey: namaz haram mı? Ben namaz kılıp ibadet ediyorum. Kafası zaten bijon lastiği ile bağlı hocaları hiç ama hiç anlamazlar.

Allah hepimize hakkı hak gösterip intisap etmek ile batılı da batıl gösterip ictinap etmek ile rızıklandırsın.

Muhammed Emin El-Hakkari

Categories: ahlak,edep ve benzeri konular, Bid'at kavramı, Bidat, Edep Yâ Hû

İmam-ı Malik’e (rahimehullah) Aidiyeti Güneş Gibi Parlak Olan Rivayeti Zayıflatmaya Çalışan Vehahbilere CEVAP…!

İmam-ı Malik’in Tevessül Hakkındaki Sözü

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Sonsuz Salat ve Selam Resulüne, âli ve Ashabına ve İhsan üzere onlara Tabi olanlara olsun.

Maliki mezhebinin kurucusu İmam-ı Malik gibi bir zata iftira atmakta hiç tereddüt etmeyen bu şeytanın boynuzu grup şimdi de tevessül hakkında söylediği söze neler yaptığını ortaya koyacağız inşaAllah.

İmamın sözü şu şekildedir:

(((“Ey Müminlerin emiri! Bu camide sesini yükseltme! Muhakkak ki Allah Teâlâ bir kavmi edeplendirdi ve onlara şöyle buyurdu: “Ey iman edenler!Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucurat 49/2) Bir kavmi de överek şöyle buyurdu: “Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (Hucurat 49/3) Bir kavmi de yererek şöyle buyurdu: “(Resülüm!) Sana odaların arkasından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir.” (Hucurat 49/4)  Muhakkak ki Onun (sallallahu aelyhi ve sellem)-naaşına- hürmet, dirisine hürmet ile aynıdır. Ebu Cafer İmam-ı Malik’e itaat etti ve:

-Ey Ebu Abdullah! Ben Allah Resulüne (sallallahu aleyhi ve sellem) bakarak mı dua edeyim yoksa kıbleye bakarak mı? İmam-ı Malik (rahimehullah) şöyle buyrudu:

-Sen neden ondan yüzünü çeviriyorsun ki? Halbuki O (sallallahu aleyhi ve sellem) kıyamet günü, senin ve baban Adem’in (aleyhisselam) Allah’a vesilesidir. Bununla da kalma hem Ona yönel ve hem de Ondan kendine şefaat talep et, Allah Teâlâ Onu senin için şefaatçi kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı. (Nisa 4/64))))

Değerli kardeşlerim; burada apaçık ve net bir şekilde görüyoruz ki İmam-ı Malik (rahimehullah) da diğer Ehlisünnet alimleri gibi: 

  1. Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) kabr-i şerifinin yanında dua etmeyi kabul ediyor.
  2. Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) diri iken nasıl hürmet edildi ise naaşına da öyle hürmet edilmesini emrediyor.
  3. Dua ederken Allah’ın Resulüne (sallallahu aleyhi ve sellem) dönmenin ve kıbleye sırtını vermenin hiçbir kusurunun olmadığını apaçık dile getiriyor.
  4. Sadece yüzünü dönmekle yetinmeyip bir de şefaat talep etmesini de emrediyor. Bu da hem şefaati kabul ettiğini hem de Nisa suresi 64. ayeti kerimenin şefaat ile alakalı olduğunu beyan ve delil gösteriyor.
  5. Son olarak GÜNEŞ gibi ortadadır ki İmam-ı Malik (rahimehullah) zat ile TEVESSÜLÜ kabul ediyor ve Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz Adem’in (aleyhisselam) bile  vesilesi olduğunu zikrediyor.

Bütün bu hususları zikrettikten sonra tek kelime ile şunu ifade edebiliriz ki vehhabiler İmam-ı Malik’i görselerdi tekfir ederlerdi. Allah’a şükrediyoruz ki böyle büyük bir zat daha evvelki zamanlarda yaşamış ve ümmetin icmaı ile hem fıkhen hem de akide olarak kabul görmüş bir önderimizdir. Eğer böyle olmasaydı onu da cehmi olarak kabul ederlerdi…!

Rivayetin Senedini Zikredelim

1. İlk aşamada Kadı Iyad var ve ikinci aşamadaki zatlardan icazet yolu ile aldığını beyan etmiştir. 

2. Kadı Iyad’ın tahdisen aldığı şahıslar. Kadı Ebu Abdullah Muhammed bin Abdurrahman el-Eşari ve Ebu’l Kasım Ahmed bin Bakiy El-Hakim.

3. Bu zatlara inbaen rivayet eden; Ebu’l Abbas Ahmed bin Ömer bin Dilhas.

4. Ona da tahdisen nakleden; Ebu’l Hasen Ali bin Fehr.

5. Ona da tahdisen nakleden; Ebu Bekir Muhammed bin Ahmed bin El-Ferec.

6. Ona da tahdisen nakleden; Ebu’l Hasen Abdullah bin El-Muntab.

7. Ona da tahdisen nakleden; Yakub bin İshak bin Ebi İsrail.

8. Ona da tahdisen nakleden; İbn Humeyd’tir.

Bu Rivayetin Tahricini Yapalım

  1. Görüldüğü üzere, Kadı Iyad (rahimehullah) zikrettiğimiz sahih isnad ile “Eş-Şifa” adlı eserinde rivayet etmiştir.
  2. İmam Allame Es-Subki (rahimehullah) “Şifau’s Sekam fi Ziyareti Hayril Enam” adlı eserinde rivayet etmiştir.
  3. Seyyid Es-Semhudi (rahimehullah) “Hulasat-ul Vefa” da zikretmiştir.
  4. Allame El-Kastallani (rahimehullah) “El-Mevahibu’l Leduniyye” de zikretmiştir.
  5. Allame İbn-i Hacer (rahimehullah) “Tuhfetu’z Zuvvar” da ve “El-Cevheru’l Munazzam” da zikretmiştir.

Ve daha nice ibadet ehli âlimler, (((Peygamber Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) ziyaret edepleri, ziyaret ederken uyulması gereken edepler))) konularında zikretmişlerdir.

Allame İbn- Hacer (rahimehullah) “El-Cevheru’l Munazzam” da şöyle der: “İmam-ı Malik’ten gelen bu rivayet, sahih bir sened ile nakledilmiştir ve hiçbir ta’n atılmamıştır.(zayıf olduğuna dair tek söz söyleyen olmamıştır).”

Allame Ez-Zerkani “Şerh-ul Mevahib”de der ki: “Bunu İbn-i Fehd Ceyyid (genel olarak makbul görülen) bir isnad ile nakletmiştir. Kadı Iyad da “Eş-Şifa”da ricallerinin güvenilir olduğu sahih bir isnad ile rivayet etmiştir. Rivayetin senedinde (Vezza) uydurmacı ve (kezzab) yalan söyleyen hiçbir kimse yoktur. Bunu söylerken de bu rivayetin İmam-ı Malik’e isnadını tasdik etmeyenlere cevap vermek için böyle demiştir. Kaldı ki rivayetin İmam-ı Malik’e isnadını sahih kabul etmeyenler sene de ve ya ricallere bakmıyorlar bilakis onların tek dayanakları (kendi fasid akıllarına göre) kabre yönelmenin kerih olduğudur ve bu keraheti İmam-ı Malik’e isnad etmemek adına rivayeti zayıf olarak yalanlıyorlar.”  (Zerkaninin sözü çok az bir tasarruf ile burada bitti).

İmam-ı Zerkani (rahimehullah) yine “Şerh-ul Mevahib”te diyor ki: “Muhakkak ki Maliki mehzebinin kitapları, kabr-i şerifin yanında ve kabre yönelerek dua etmenin mustehap olduğu ile doludur.” diyor ve sonra da Şafii, Hanefi mezheplerinden ve Cumhur-ul Fukehadan bu konuda deliller sıralıyor.  Ancak İmam-ı Ahmed’in mezhebinde ihtilafların olduğunu ve lakin Hanbeli ulemasının muhakkiklerinin cumhura uyduğunu belirtmektedir. 

Bu Rivayeti Kabul Etmeyen Sözde Âlimlere Bakalım

  1. Muhammed bin Abdulvehhab’ın torunu 🙂 Süleyman bin Abdullah bin Muhammed bin Abdulvehhab. Vehhabilerin merkezi olan Riyad’ta basılan “Teysir-ul Aziz El-Hamid fi Şerhi Kitabi’t Tevhid” kitapta bu rivayet için şöyle diyor: “Bu rivayet ya zayıftır ya da mevzudur. Çünkü isnadında Muhammed bin Humeyd diye biri var ve birileri onda töhmet etmiş ve halini bilmeyen de var. Halbuki Ahmed’in sözü: Kişi kıbleye dönecek, Hücreyi solunda bırakacak ki ona da sırtını vermiş olmasın. Bu da Selamını verdikten sonradır. Yani, duaya Selamdan sonra durulur.”

Vehhabilerin alimleri işte böyledir. Adama bak ne dediğini ne yaptığını kendi de bilmiyor. Hadis ilminde ya zayıftır ya da uydurmadır diye şüphe ile varsayım ile konuşmak doğru bir yöntem değildir. Atıyorum hangisi tutarsa hesabı…! Sonra Muhammed bin Humeyd diyor ve bu zatı muttehem olmakla (yani yalan söyleme töhmeti) ile itham ediyor o da kime güvenerek BİRİLERİNE..! Birileri töhmet etti birileri halini bilmedi…! Bu nasıl bir safsata bu nasıl bir hadis anlayışı.

Bir kez daha görüyoruz ki bu vehhabilerin ne kendileri ne de hocaları Hadis İlminden birşey anlamıyorlar…!

Başka bir safsata daha? İmam-ı Malik’ten bahsediyoruz İmam-ı Ahmed ne alaka? Bir sözün bir alime isnadı hakkında konuşurken başka bir âlimin sözünün o sözle uyuşmamasına bakarak zayıflatmak da vehhabilerin hadisleri zayıflatmak için kullandıkları yeni bir vehhabi metodu olsa gerek. Yani İmam-ı Malik tevessül caizdir diyemez çünkü İmam-ı Ahmed’in sözü şu şekildedir. Yok arkadaş! Bilmiyorsan bırakacaksın, bu şeriat ile oyun oynamayacaksın…! Allah bunu kabul etmez. Ey vehhabiler Allahtan korkun…!

2. Mubarek bin Muhammed El-Cezairi adında bir adam da “Risaletu’ş Şirk” adında bir kitap yazmış. Tipik bilindik safsatalar işte. O da bu kitabında yukarıdaki Muhammed bin Abdulvehhab’ın torununun söylediklerinin aynısını söylemiş. Zaten bir tane vehhabi bir safsata yazar diğer ne kadar vehhabi varsa ondan alır. Ataları Muhammed bin Abdulvehhab’ın dinini terkedip Muhammed Mustafa’nın dinine dönmek bunlara çok zor geliyor. Özellikle de rivayeti zayıflatmak için kullandığı eleştirmek alim de İbn-i Teymiyye’dir. İbn-i Teymiyye bu rivayeti kabul etmiyor ve “Muhammed bin Humeyd için İmam-ı Malik’i görmedi, özellikle de Ebu Cafer el-Mansur zamanında hiç görmedi.” diyor. Sonra da kendince bilindik bir yol ile kendine göre belli ölüm tarihleri belirleyip onların karşılaşma olasılıklarını ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bu kadar âlim geldi geçti bunu çözemedi, bu kadar alim sahih olarak gördü ve ricallerinin hepsi güvenilirdir dedi ama buna rağmen bu, şeytanın boynuzu vehhabiler hepsini reddedip kendi hevalarına göre ibn-i teymiyyenin sözünü aldılar.

Bu ve bunun gibi daha nice vehhabi ve dalalet ehli insanlar buna benzer saçmalıklarla delilleri reddediyorlar.

ASIL SAÇMALIK İBN-İ TEYMİYYE’NİN REDDETTİĞİ DELİLİ KENDİSİNİN DE KEYFİNE GELDİĞİ ŞEKİLDE KULLANMASIDIR….!

İlim diyarlarında şaşkına dönmüş ve bir türlü yol bulamamış bir alim İbn-i Teymiyye diyor ki:

((( Zayıflatılanlardan olan bu rivayette o, şöyle der: “-Sen neden ondan yüzünü çeviriyorsun ki? Halbuki O (sallallahu aleyhi ve sellem) kıyamet günü, senin ve baban Adem’in (aleyhisselam) Allah’a vesilesidir.” Muhakkak ki bu rivayet delalet ediyor ki, kıyamet günü insanlar Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) şefaati ile tevessül edeceklerdir. Hadislerin tevatür etmesi ile biliniyor ki bu haktır. Ancak eğer insanlar O’nun şefaati ve duasıyla tevessül ederlerse haktır. Nasıl ki ashabı O’nun duası ve şefaati ile dünyada iken tevessül ederlerdi ki o tevessül O’nun duasını ve şefaatini talep etmek demektir. -Eğer ki rivayet sahih ise- o zaman kabrinin yanında da şefaatini talep etmek ve duasını istemek bunun gibidir.))) (Kaidetun Celiletun Fi Tevessüli ve’l Vesile, 2. cild, 158. sayfa)

PÜR DİKKAT…!

Bu sözlerin sahibi ibn-i teymiyye değil de başka bir alim olsaydı yüzde yüz tekfir edilir şirk ile itham edilirdi. Nitekim bu sözlerde

  1. Kendince zayıf zannettiği ve ya zayıflatmaya çalıştığı rivayetin sahih olabileceğini de söyleme cürretinde bulunuyor. Neden mi? Çünkü kendi iddiasına destek olsun diye. Ama isteklerine uymadığı yerde uydurma ve zayıf demekten hiç çekinmiyorlar.
  2. Şefaati inkar eden teymiyyeciler kimin borusundan duydukları sesi aktarıyorlar anlamıyorum. İşte ibn-i teymiyye işte şefaati kabul edişi.
  3. Kesinlikle ve kesinlikle İSTİĞASE’Yİ kabul etmiş oluyor….!  Çünkü kıyamet günü, Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) şefaatini talep etmek ve O’nun ile tevessül etmek birebir İSTİĞASE’DİRHatta buna apaçık bir delil de Sahih Buharide geçer:

Abdullah bin Ömer’den (radiyallahu anhuma)Kıyamet günü insanların düştüğü sıkıntıları anlattıktan sonra şöyle dediği nakledilir: “Onlar bu durumda iken Adem’den (aleyhisselam) istiğase ederler sonra Musa (aleyhisselam) sonra da Muhammed (aleyhisselam) ile.”

Değerli kardeşim bu ve buna benzer rivayetlerde birebir istiğase kelimesi geçer ki ibn-i teymiyye’den tutun bugünün yeni doğan vehhabisine kadar hepsi bu konuya şirk diyor. O zaman Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberler kıyamet günü huzur-u ilahi’de iken şirk mi işleyecekler ???

Çok ama Çok Yazık…!

İbn-i teymiyye şirk diye vasıfladığı amelin aynısını ne güzel de kabul ediyor ?

Bütün bu açıklamalar bir yana, konudan uzaklaşmamak babından toparlayacak olursak:

Her şey apaçık gösteriyor ki, bu rivayeti zayıflatmak için 40 takla atanların develeri hendeğe takılı kalmış bulunmakta ve niyetlerindekini icra edememektedirler. Bu halk onların tedlis ve tahriflerini görmeyecek kadar cahil değil.

Bu rivayeti zayıflatmak için bütün hadis ilmini yıkıp geçmeleri gerekecektir. Bunu da hiç çekinmeden yapıyor ve sonra da pişkin pişkin hadis ehliyiz diyorlar. Yazıklar olsun size ve sizin atalarınıza…! Hepiniz aynı mak’ın eniklerisiniz. Hiçbirinizin diğerinden farkı yok. İşiniz gücünüz inkar. Biz sizi hakka ve hakkaniyete davet ediyoruz. Eğer tabi olursanız ne güzel yok atalarınızın inancına devam ederseniz, hakkına girdiğiniz her müslümandan sorumlusunuz…

وصلى اللهم على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه وسلم

Muhammed Emin El-Hakkari

Categories: Tevessül

Hanefi Mezhebine Atılan Bir İftira…!

 

Ömürlerini ulemaya, iftiralar atarak geçirmiş zavallılar…!

Hanefi alimlerinin kitaplarında yakaladıkları bir ibareye leş kargası gibi didinen bu cehalet ordusu bu sefer de İmam-ı Azam’ın ve Hanefi mezhebi alimlerinin kitaplarında geçen bir ibareyi yanlış anlayıp bu zatlara iftira atıyorlar.

Hanefi âlimlerinden, Şeyhülislam Muhammed bin Abdullah Et-Timurtaşi zinayı şöyle tanımlar:

“İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda bulunmasıdır.”

Bu ibarede İslam ülkesinde diye bir kayıt bulunduğu için kalkıp: “İmam-ı Azam’a göre dar-ul harpte zina serbesttir” diyorlar. Sonra kendini beğenmiş bir müslüman da çıkıyor: “Bu mezhepler dini bu kadar mı bozacaklardı” gibi saçma sapan sözler sarfediyorlar.

Bu konuyu anlamayanlar nasıl olur da böylesi şerefli büzürgana dil uzatabiliyor anlamış değilim.

İmam-ı Azam’a her defasında saldırıp onun gibi zatları itibarsızlaştırmak istiyorlar. Amaçları o koltuğa kendilerini oturtmaktır. Fakat bu, kafalarından çok kasıkları çalışan reziller o makama layık olmadıkları gibi o makama geçmeye çalışırken leş kargaları gibi o makamdan makamın sahibine saldırıp dururlar.

Konuya Kısaca Açıklık Getirip Bitirmek İstiyorum

Bu tür durumlar sinirlerimizin gerildiği ve damarlarımızın kabardığı zor anlardır. Çünkü bize bu dini ter temiz getiren ve bize bu kadar çok iyiliği dokunan, Allah Teâlâ’nın dinine en çok yarar ve faydası olan zatlara yapılan bir hakaret bizi rahatsız etmiyorsa o zaman bizler nankör ve vefasızlık etmiş oluruz. O yüzden kısaca bir açıklama yapıp konuyu bitirelim.

Zina’nın tarifi yapılırken aslında zina haddinin uygulanmasına yönelik yapılmış bir tariftir. Dar-ul İslam’da yapılırsa o zaman İslam devleti halifesi o kişiye had uygulayabilir fakat dar-ul harpte zina yapmış ise o zaman İslâm Devleti Halifesinin dârul harp veya dârul baği (âsiler ülkesi) üzerinde velâyet yetkisi yoktur. Yani orada hadleri uygulamaya gücü yetmez.

Yoksa dar-ul harpte zina işlemek caizdir anlamına gelmiyor.!!!

Bir başka açıklama da değerli âlim, Nakşibendi Şeyhlerinden Mevlana Halid-i Bağdadi’nin (kuddise sirruh) halifesi İbn-i Abidin’in “Redd-ul Muhtar” adlı eserinden ve Haskefi’den (rahimehullah) getirelim. İkisinin ortak söyledikleri sözlerin mefhumu şöyledir.

“Hükümlerle mükellef olmak, onlar hakkında bilgi sahibi olmanın feridir. Bilgisizliğindne ötürü had uygulanmayanın bilgisizliği kendisinde cehalet alameti zahir olunca belli olur. O da kendisi gibi cahil zinanın haramlığını bilmeyen cuhela bir kavim arasında büyümüş ise ve ya zinanın mubahlığına inanan bir kavim arasında yetişmiş olmasıyla bilinir. Dar-ul İslam’da yetişen bir kişi böyle değildir. Bu kişi bilmemekle özürlü kabul edilmez.! ve ya zinanın haramlığına inanan fakat başka bir dine mensup olan bir dar-ul harpta yaşayan sonra dar-ul İslam’a gelip zina yapan kişi de mazur kabul edilmez.”

İbn-i Abidin’de geçen ibarelerAdsız.pngAdsız.png

Alimlerin söylediklerini alıp üzerinden rant yapanlar o zatların hakkına girdiklerini ve geri dönüşü neredeyse mümkün olmayan haramlara bulaşmış oluyorlar.

Alimlerden birisi varsayalım böyle bir söz söyledi açıklamasını okumadan kitap ve sünnete muhalif konuştu mu diyeceksin ?

Aslında böyle yapmak kitap ve sünnete muhalefet etmek demektir. Çünkü kitap ve sünnet zan ile hareket etmekten bizi alıkoyar.

Belki biraz sert bir yazı oldu ama kızmak diye bir nimet de boşa verilmedi bize yeri geldi mi kullanmak lazım.

Rabbim bize hakkı hak gösterip intisap etmek ile batılı da batıl gösterip ictinap etmek ile rızıklandırsın.

وصلى اللهم على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه وسلم

Muhammed Emin El-Hakkari

Categories: güncel, Kuraniyyun Fitnesi, Mezhep imamımız Ebu Hanife(ra), Tahrifler

Ka’b El Ahbar (radiyallahu anh)

Ka’b El- Ahbar (radiyallahu anh) Yemen’den Medine’ye gelen ve cahiliye dönemine de yetişmiş olan bir Yahudi idi. Hz Ömer (radiyallahu anh) döneminde Müslüman oldu. Müslüman olduğunda ehl-i kitap hakkında ilmi vardı. Bazı sahabeler onun sözlerini dinler ve naklederlerdi.  Muhakkak ki Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ehl-i kitaptan rivayette bulunmamıza izin vermiştir. Buhari, Abdullah bin Ömer’den (radiyallahu anh) rivayet etmiştir ki; Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İsrailoğullarından rivayette bulunun serbestsiniz.” Bu izne rağmen sahabeler o zattan her duyduklarını rivayet etmiyorlardı.

İbn-i Kesir (Rahimehullah) demiştir ki:

“Ka’b El-Ahbar müslüman olduğu zaman Hz Ömer’in huzurunda ehl-i kitabın ilimlerinden bazı şeyler anlatırdı. Hz Ömer (radiyalahu anh) onun kalbi yumuşasın diye ve anlattıklarından birçoğunun bize gelen tertemiz şeriatte geçenler ile uyuşmasından  duyduğu sevinç için onu dinlerdi. Çoğu âlim, Ka’b El-Ahbar’dan duyduklarını rivayet etmeyi serbest gördüler…” (El-Bidaye ve’n Nihaye, 1/34-35)

İbn-i Kesir bazı alimlerden de onun hakkında imtihan namına kezib demeliyiz gibi şeyler de naklediyor fakat usule terstir.

Bir zat sırf İsrailiyat nakletti diye cerh etmek, her taşın altında İsrail oyunu aramak gibidir. İsrailiyat demek doğal olarak illa ki bir oyun ve ya fitne olarak algılansa bile ki normalde öyledir. Lakin Hadis ilmindeki israiliyat böyle değildir. Eski İsrailoğullarının tarihini onların hallerini anlatmak israili kitaplardan rivayetlerde bulunmak demektir. İsrailiyat;

  • Yahudilerin tevratını kabul etmek değildir.
  • Yahudilerde bulunan tevratın doğru olduğunu da kabul etmek değildir.
  • İsrailoğullarından hikayeler anlatmak her zaman için yanlış değildir.
  • Bütün bunlara rağmen İsrailiyat rivayet edip de ulema ve tabiinin büyükleri sayılan zatlar da çoktur.

Ka’b El-Ahbar hakkında daha detaylı konuşmak isterdim ama çok kısa birkaç alimden siyerini dinleyip konuyu kavramak yeterli olacaktır.

Ka’b El- Ahbar (radiyallahu anh) hakkında ulemanın görüşleri
İbn-i Hacer El-Askalani (rahimehullah):
“Cahiliye dönemine yetişmiş ve Hz Ebubekir (ra) döneminde İslama girdi. Bazıları Hz Ömer döneminde Müslüman oldu dediler. Hz Ömer, Hz Suhayb ve Hz Aişe annemizden hadis rivayet etti. Sahabelerden bazısı da ondan rivayette bulundular; Muaviye (ra), İbn-i Abbas (ra), Ebu Hureyre (ra), Malik bin Ebi Amir El-Asbahi (ra).
İbn-i Sad onu tabakatında, il tabakadan Şam tabiinleri arasında zikretmiştir. ve şöyle demiştir: “Yahudi dini üzereydi ve sonra Müslüman oldu Medine’ye vardı sonra da Şam’a gitti ve Humus’ta ikamet etti. Hz Osman (ra) hilafetinde 32 yaşında vefat etti.”
(Tehzib-ut Tehzib\ 8\393)
İmam-ı Zehebi (rahimehullah) da Ka’b el-Ahbar hakkında şöyle demiştir:
“O Ka’b Bin Matı El-Himyeri el-Yemani’dir. Mürekkep yalamış, allamedir. O ki, Yahudiydi ve Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra müslüman oldu. Hz Ömer’in hilafetinde Yemen’den Medine’ye vardı. Muhammedin (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabıyla oturur onlara İsraili kitaplardan rivayetlerde bulunur çok acayip şeyler ezberlerdi. Sahabelerden de sunenler (rivayetler) alırdı. Dini bütün çok güzel bir Müslümandı. Sahabelerin asillerindendi.”
(Siyeru A’lam En-Nubela, 4/472)

Muhammed Emin El-Hakkari

Categories: güncel, Kuraniyyun Fitnesi

WordPress.com'da Blog Oluşturun.